Dünkü SABAH gazetesinde Mehmet Barlas ve Emre Aköz köşelerinde Türkiye'nin yaşadığı çalkantının
uluslararası sistem bağlamında bir değerlendirmesinin de yapılması gerektiğini vurguladılar. Kuzey Kore, İran ve Miyanmar gibi dünya sisteminden kopuk sayılanlar dahil hiç bir ülke herhangi bir uluslararası bağlantı olmadan varlıklarını sürdüremiyor. Buna dayanarak Aköz AB ve ABD'yi istemeyenlerin Türkiye'ye ne türden bağlantılar ya da hangi ülkelerle işbirliği yapma seçeneklerini sunduklarını sorguluyordu.
Daha kapsamlı ve dünya düzeninin geleceğiyle ilgili son dönemdeki önemli yazıları değerlendiren yazısında ise Barlas Türkiye'nin
kendisini şekillenen dünyada nerede konumlandıracağı sorusunu soruyordu. Hatta bunun da ötesine giderek dünyadaki gelişmeleri takip etmeyen dolayısıyla yeni durumlara
uygun konum, tavır ve siyaset üretemeyen bir ülkenin ne tür risklerle karşılaşabileceğini de hatırlatıyordu. Türkiye'yi dünyanın merkezi sanan, İslamcısı, milliyetçisi, ulusalcısı ve diğerleriyle Türkiye'de bu konuları tartışanların çoğu
geniş bağlamı ıskalıyor. Bunun da ötesinde Türkiye'nin kendi başına ve yalnızca kendi tanımladığı şekliyle çıkarlarını koruyacak bir politika izlemesi gerektiğini de savunuyorlar.
Dünyanın en kapalı ekonomilerine sahip ülkelerinin bile yapamadığını Türkiye'nin yapabileceğini düşünmek gerçekçilikten hayli uzak bir bakış açısını yansıtıyor. Böyle bir yola sapan ve yerleşik uluslararası bağlantılarını ve ittifaklarını elinin tersiyle itecek bir Türkiye'nin bunun için
kaldırılması güç bir maliyet yükleneceği açıktır. Böyle bir maliyetin ödenmesinin niçin gerekli olduğunu da bu nedenle hat değişikliğini arzulayanların açıklaması gerekir.
Kısacası dünya sistemindeki güç ve işlev dağılımı bir ülkenin dış politikası, bağlantıları ve çıkarlarının nasıl optimal noktada korunabileceğiyle yakından bağlantılıdır. Sistemin dengesini kendi dengesizlikleriniz nedeniyle bozmaya kalkarsanız ve bunu yaparken gaz ya da petrol gibi doğal kaynaklara dayanma lüksünüz yoksa
sistemden bir sille de yersiniz. Bu sillenin etkileri ekonomik alanla da sınırlı kalmaz zira zaten ekonomik dengesi bozulmuş toplumlarda tüm fay hatları da en kötü şekilde kırılmaya başlar.
Ortak hedeflerde birleşilmeli Yukarıda söylenenlerden Türkiye'nin kendi tanımlayacağı bir manevra alanı bulunmadığı sonucunu çıkarmamak gerekir. Başka pek çok ülkeye göre Türkiye hem şekillenecek dünya düzeninin
imtiyazlı aktörlerinden birisi olma potansiyeline sahiptir hem de pek çok ülkeden daha geniş bir özerk manevra alanına da sahiptir.
Bu avantajların nasıl değerlendirileceği ise ülkenin iç yapılanmasında istikrarsızlık ve toplumsal kutuplaşmadan uzak durmasına bağlıdır. Böylesi bir dengenin sağlanabilmesi içinse toplumsal ve siyasal aktörlerin ülkenin siyasal kimliği ve buna koşut olarak ülkenin
çıkarlar manzumesinin tanımı üzerinde anlaşmaları gerekir. Türkiye açısından 200 yıllık bir eğilim kolay değiştirilemez. Ancak gerek ülkenin gerekse dünyanın yeni şartlarına uygun olarak o yönelimi taşıyacak yapının, ideolojik kalıpların, ilkelerin yorumunun değişmesi şarttır. Bunun gerçekleşmesi için de hem toplumsal dinamikleri hem de uluslararası konjonktürü iyi anlamak gerekir.
Günümüzdeki krize bağlayarak söylersek Türkiye demokratik dünyanın bir parçası olarak hem laiklik hem de Kürt krizlerini aşmayı beceremezse kendini yaralayacaktır. Baştan çıkarıcı ve toplumun önemli bir kısmına çok cazip gelen
otoriter yol çıkış vermez. Çıkmaz yola girmemek de en başta siyaseti yönlendirenlerin sorumluluğudur.
Yayın tarihi: 17 Nisan 2008, Perşembe
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/04/17//haber,2D1C827A64CB42728E005CFE78B0375F.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.