Bugün aslında İçişleri Bakanlığı'nın
ulusçuluğu "izlenmesi gereken" bir ideoloji olarak kabul etmesi üstünde duracaktım. Fakat geçen hafta
Kemalizm-ulusçuluk-Bonapartizm doğrultusunda yazdığım yazılara gelen çok sayıdaki yanıtta sürekli olarak karşılaştığım bir soruya cevap vermek zorunda hissettim kendimi. Ulusçuluk tartışmasına oradan geçmek daha da iyi olacak.
Soru şu:
"Ben de laikim, demokratım, şeriata karşıyım. Bu darbeciyim anlamına mı geliyor? Bütün halk mı darbeci?" Cevabımı hemen vereyim: evet ve hayır!
Şimdi niçin böyle bir cevap verdiğimi açıklamaya çalışayım.
Halk yönlendirilir Birincisi halk ve kitle siyasi olarak da sosyolojik olarak da manipüle edilebilir. Bunun bir teorisi var. O teori durduk yere çıkmamıştır. Yaşanmış olayların gözlemlenmesinden türetilmiştir.
Halkın manipülasyonu karmaşık bir olgudur. Önce halkın duyarlılığı sezinlenir. Sonra popülist bir yaklaşımla o duyarlılık kullanılır ve halk belli bir yönde güdümlenir. Güdümleyiciler bir süre sonra halkla bütünleşmiş görünerek onu yönlendirmeye başlar ve bu o yönlendiricilerin mutlak iktidarıyla sonuçlanır. O kadar ki, bir süre sonra halk doğru bir şey yaptığını sanırken işler bambaşka bir mecrada akar. Dileyenler tanıklıkları içeren
"Ne bilirdik Biz? (What we Knew)" isimli kitabı okuyarak, kitlelerin Hitler dönemi faşizmini nasıl "farkında olmaksızın" yaşadığını öğrenebilir. Bu konuda verilecek en uç örnek Hitler dönemidir. Nitekim
Frankfurt Okulu sosyologları o tarihi irdeleyerek yukarıdaki sonuca varmışlardır.
Türkiye farklı mı? Bu mekanizma Türkiye'de yakın dönemde işledi mi?
Bunu daha önce de belirttim. Dedim ki,
bilinen, alışılmış dünyanın sonu Türkiye'de 1990'lı yıllarda aniden geldi . İnsanı rahatlatan temel toplumsal değer yargıları çözüldü o yıllarda. Resmi ideoloji ve unsurları artık farklı toplumsal odakların taleplerini karşılayamadı. Yeni arayışlar ve onunla örtüşen siyasetler ortaya çıktı. 2002 seçimlerinde bu yapı somutlaşınca belli çevreler durumdan şikayet etmeye başladı.
Yeni talepleri karşılayacak yeni siyasetler üretilemeyince ve Türkiye'nin de gelişmiş bir demokratik geleneği olmayınca iş gene bazı çevrelerin devreye girmesine yol açtı. Bu kesimlerin bir bölümü "sivil" görüntüler içindeydi. Ama o kesimler de askerle, orduyla, bırakalım eylemi, hiç değilse söylem olarak iç içeydi. Bu, sembolik düzeyde de böyleydi. Ulusçuluğun göstergesi olan bayrak, Atatürk posterleri, ordu, şehirli, Batılı, orta sınıfın kullandığı göstergeler oldu. İnsanlar içten ama... Tepki veren insanlar elbette düşüncelerinde, davranışlarında içtendi.
Tepkinin odağı laiklik, daha doğrusu laikliğin yitirileceğine dönük korkuydu. Hükümet bu korku ve endişeleri gideremeyince işler beklenmedik bir noktaya kaydı.
Bir kere belli çevreler öncelikle medyayı yönlendirdi. Medya insanları endoktrine etmeye başladı. Tepki gösteren kitle bu yoldan büyütüldü. İkincisi ve daha önemlisi, şimdi çok daha iyi anlıyoruz ki, belli kişiler ve gruplar bu gelişen tepkiyi kullanmaya, onu büyütmeye, ona dayanarak ve anti demokratik amaçlar güdecek şekilde yeraltında örgütlenmeye başlamıştır. O arada halka dönük sürekli çağrılar yapıldı ve Türkiye'de tartışılan sorunların siyaset meydanlarında değil ancak sokakta çözüleceği savunuldu. Sorunun bamteli burası.
Bu mekanizma, bireylerin hatta belli bir kitlenin tepkisi şahsi ve maşeri vicdanda ne derecede içten olursa olsun belli bir çevre tarafından kullanılmıştır ve belki de daha kullanılacaktır. O insanların halisane duyguları
ulusçuluk, Atatürkçülük, Cumhuriyet, laiklik denilerek anti demokratik amaçlar için istismar edilmektedir. Ama ikinci aşamada insanlar da kendilerini çaresiz hissederek o girişimlere destek vermektedir. Kısacası yumurtatavuk ilişkisi sürdükçe sürmektedir.
Korkutucu olan da, ürkütücü olan da budur!
Yayın tarihi: 31 Mart 2008, Pazartesi
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/03/31//haber,FA0D474E3C8B43A49F79E49843EAB55A.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.