|
Sen mutluluğun filmini yapabilir misin, Abdullah?
|
|
Zülfü Livaneli son romanlarında (okuduğum Leyla'nın Evi ve bir türlü okuyamadığım Mutluluk), anladığım kadarıyla şöyle bir öğeye yaslanıyor: Türkiye'nin insan mozaiğinden son derece farklı konumlarda bir avuç kahraman seçmek, onları raslantılarla karşılaştırmak. Ve böylece bize, toplumun yaşadığı çelişkilerden çarpıcı yansımalar vermek... Tüm dünyada övgü kazanan ve ödüller alan Mutluluk romanı, gerçekten de filmi kadar iyi mi? Yoksa film romanı aşıyor mu? Bu konudaki kişisel yargımı izninizle romanı okuyunca vereceğim. Ama şimdilik çok iyi bir film karşısında olduğumuzu söyleyebilirim. Bir Anadolu kırsalı dekorunda açılan film, bir göl kıyısında tecavüze uğramış ve baygın olarak bulunan genç Meryem'i ve onun saldırganı bir türlü açıklamaması üzerine, aile reisi olan dayısı tarafından verilen 'ölüm kararı'nı hikâye ediyor. Bu 'görev' de askerden yeni dönen amca oğlu Cemal'e veriliyor. Askerde 'hainlerin peşinde' koşmuş ve bir kısmını haklamış olan komando Cemal, işi sessizsedasız bitirmek için kızı alıp İstanbul'a geliyor. Ama orda, onu öldürmeye eli varmıyor. Bu kez Ege kıyılarına geliyor, bir balık çiftliğinde yeni bir hayat kurmayı deniyorlar. Ve karşılarına, sosyetik karısından, yapay hayatından ve rutin işlerinden bıkıp kendini denizlere adamış orta yaşlı bilim adamı, üniversite hocası İrfan çıkıyor. Mirsad Heroviç'in kameranın değdiği her yeri ve her şeyi büyülü biçimde güzelleştiren çabasıyla saptadığı bir cennet dekorunda, bir cehennem öyküsü izliyoruz. Sormamak elde değil: Tanrım, bu güzelim doğada bu köylüler, niye bu kadar zalim, neden bu denli kıyıcı? Bu güzellikler önünde böylesine çirkin ruhlar nasıl var olabiliyor, böylesine insanlık dışı şeyler nasıl düşünülüp tasarlanıyor? Film, adına töre cinayetleri denen şeye öylesine güçlü bir tanıklık getiriyor ki, aşkolsun. Tüm bu adamları devasa bir salona toplayıp bu filmi göstersek... Acaba bir şeyler değişir miydi? Ama bu sanılacağı gibi bir tez filmi, bir polemik filmi değil. Livaneli'nin sanırım romana yüklemeyi başardığı tüm evrensel hümanizma öğeleri, filmde de güçlü ve etkileyici biçimde beliriyor. Ve bize kolay kolay unutulamayacak birçok sahne armağan ediyor. Hemen tüm olaylar, suyun (göl, Haliç veya deniz) egemen olduğu bir coğrafyada geçiyor ve suyu nerdeyse trajedinin bir öğesi haline getiriyor. Bu temelde üç kişilik oyun, son derece iyi seçilip yönetilmiş olağanüstü oyuncularıyla, bir büyük aşk ve ölüm dansı gibi sanki... Meryem ve Cemal, tutkuları, gelenekleri ve duygularıyla adeta bıçak sırtında dolaşıyorlar, yaşamla ölüm arasındaki ince çizginin bir bu yanına, bir öbür yanına düşüyorlar. Onların gerçekliklerine karşı, Profesör İrfan biraz hayal eseri, biraz fantezi gibi duruyor. İyi niyetli, bohem karakterli, iklim ve coğrafya değiştirerek kendi gerçeklerinden kaçabileceğini hayal eden idealist, saf aydın tipi. Onu karikatürize olmaktan biraz da usta oyuncu Talat Bulut kıl payıyla kurtarıyor. Sonuç olarak hem görsel nitelikleriyle, hem de özüyle ön plana çıkan sıradışı bir film, sinemamızın şu dönemde kalkıştığı atakta bir diğer zirve. Abdullah Oğuz da artık dikkate alınması gereken önemli bir yönetmen.
MUTLULUK
* * * * Yönetmen: Abdullah Oğuz/ Senaryo: Kubilay Tunçer, Elif Ayan, Abdullah Oğuz/ Görüntü: Mirsad Heroviç/ Müzik: Zülfü Livaneli/ Oyuncular: Özgü Namal, Talat Bulut, Murat Han, Lale Mansur, Mustafa Avkıran, Emin Gürsoy, Şebnem Köstem, Meral Çetinkaya/ ANS Yapım
|