|
|
|
|
|
'1930'lu yıllarda 'flört'ün adı bile yoktu
Bizim gençliğimizde, elektronik medya yoktu, ama yıldırım aşklar vardı. Flörtün adı yoktu, ama karasevdânın kendisi vardı. Sıkılma vardı, utanma vardı, gizlenme vardı; zerafet, sevgi ve saygı vardı.
KADİR HAS'TAN Maddi zenginliği, manevzenginlikle süslerseniz, hayattan büyük zevk alırsınız. Doğduğu topraklarla ödeşmeyi, tüm zengin vatandaşlarımıza tavsiye ederim. Kendi ayakları üzerinde duramayan kişi, hayat mücadelesini kazanamaz.
Kadir Has, İstanbul'daki lise yıllarını aristokratlar gibi yaşadı.
Elbiselerini, Türkiye'nin en ünlü terzisi İzzet Ünver'e diktirirdi; ayakkabılarını da, Beyoğlu'ndaki ünlü Mahmut Usta'ya ısmarlardı. Kadir Has, fırsat buldukça Beyoğlu'na çıkar, şık elbiseleri içinde arkadaşlarıyla volta atardı.
"Bizim kuşak, 'blue jean' nedir bilmezdi. 'Coca Cola' ile de henüz tanışmamıştı. Ama erkekler, takım elbise giyip, ayna gibi parlayan ayakkabılarla kız okullarının önünde volta atmaya bayılırdı."
ADANA Ticaret Lisesi orta kısmındaki başarısızlık rüzgârı, beni bir anda İstanbul Boğazı'na attı. Bebek'teki tarihBoğaziçi Lisesi'nin 7. sınıfına kaydoldum. Öğrenimimi artık, paralı yatılı öğrenci olarak sürdürecektim. Henüz 16 yaşında idim. O günkü düşünceme göre, babamın baskısından kurtulup, özgürlüğümü elde etmiştim. Bu arada, İstanbul'un Bebek semtinde öğrencilik yapma lüksünü de yaşayacaktım.
O yıllarda, "flört" kelimesi henüz sözlüklerde yer almıyor, kızlı-erkekli gençler, birbirlerini süzmekten öteye gidemiyordu. Her- şey çok mesafeli idi. Ama, becerikli olan, bir süre sonra mektup faslına başlıyordu. 30'lu yılların aşk mektupları, bugünkü internetin fonksiyonunu yerine getiriyordu.
Bizim gençliğimizde elektronik medya yoktu, ama yıldırım aşklar vardı. Bizim gençliğimizde, flörtün adı yoktu, ama kara sevdânın kendisi vardı. Bizim gençliğimizde, sıkılma vardı, utanma vardı, gizlenme vardı, zerafet vardı, sevgi vardı, saygı vardı.
Bütün bunları, günümüzün hayat tarzını eleştirmek için söylemiyorum. O günün şartları öyle idi, bugünün şartları ise böyle.
Öğrencilik yıllarımın en güzel dönemi, Boğaziçi Lisesi'nde geçti. Bu okulu, tüm öğrenciler çok sevdik; okul da bizi sevdi. Boğaziçi Lisesi, bende çok derin izler bıraktı. Fevkalâde güzel yıllar geçirdik orada. Zaten, insanların hayatındaki en önemli dönem, şüphesiz öğrencilik yıllarıdır. Kime sorsanız, ya askerlik, ya da öğrencilik yıllarının unutulmaz hatıralarını anlatır.
Bütün güzellikleri, Boğaziçi Lisesi'nde tattım. Bütün haşarılıkları, Boğaziçi Lisesi'nde yaptım. Diyebilirim ki; dünyanın kaç bucak olduğunu, Boğaziçi Lisesi'nde öğrendim. Orası, benim hem evimdi, hem de okulum. Hatta, hayat üniversitem.
İstanbul'un güzelliğini orada yaşadım. Boğaziçi'nin sihrini, orada hissettim. Arkadaşın hasını, orada gördüm. Sosyal hayatı da orada öğrendim. Ergenlik çağımı orada yaşadım. Delikanlılığımı orada sergiledim. Çünkü orası benim, güzelliklerle dolu okulumdu.
30'lu yılların İstanbul gençliği genellikle "plâtonik" bir aşk yaşıyordu. Bu, birbirini seven, birbirine gönül veren tüm gençler için böyle idi. Yani, el ele tutuşup, göz göze gelmek, hayâldi. İşte bu yüzden gençler, hayâl gücünü devreye sokardı. Plâtonik aşk, çok yüce bir duygu idi. Mâsumdu. Tamamen sevgi ve saygı temeli üzerine kurulmuştu. Çıkar, söz konusu değildi. Hep özveri ve özlem vardı.
Plâtonik aşk, bizim kuşağı şair yapmıştı. Eline kalemi alan, şiirler döktürürdü. "Nereden Sevdim O Zâlim Kadınış", bizim dönemimizin anlamlı şarkılarından biri idi. "Akasyalar Açarken", "Makber", "Kimseye Etmem Şikâyet" şarkıları, plâtonik aşk yaşamış ünlü şairlerin güfteleriyle yaratılmış şaheserlerdi.
Bizim kuşak, "blue jean" nedir bilmezdi. "Coca Cola" ile de henüz tanışmamıştı. Ama erkekler, takım elbise giyip, ayna gibi parlayan ayakkabılarla kız okullarının önünde volta atmaya bayılırdı. Tabii briyantinli saçlar ise, herbirimizi Hollywood artisti yapardı. Bizim kuşağın bayanları, pantalonu sadece erkeklerin üzerinde görmeye alışıktı. Bir bayanın pantalon giymesi, belki de kıyamet alâmeti olarak değerlendirilirdi. Erkeğin kıyafeti ayrı, kadının kıyafeti apayrı idi. Bu iki cins arasında ortak bir kıyafet ise, aslâ düşünülemezdi.
Boğaziçi Lisesi'nin en iyi giyinen, bu arada en çok para harcayan öğrencisi olmuştum. Bu delikanlılık çağında, elbise, palto ve par-
BOĞAZİÇİ LİSESİ'Nİ UNUTAMAM BİZİM KUŞAK, ŞAİR OLDU Pardesülerimi Cumhurbaşkanı İsmet Paşa'nın terzisi İzzet Ünver'e diktirirdim. Bugün gibi hatırlıyorum, ilk elbisem için terziye 65 lira ödemiştim. Okulumun bir yıllık ücreti ise, 350 lira idi. İzzet Bey, daha sonraki yıllarda rahmetli Başbakan Adnan Menderes'in terzisi olarak da isim yapacaktı.
Öğrencilik yıllarımda, Türkiye'de henüz konfeksiyon elbise, gömlek ve hazır ayakkabı imalâtı yoktu. Bunlar, hep ısmarlama yaptırılırdı. Ben de, yine o tarihlerde, piyasada çifti 3 lira olan ısmarlama ayakkabıyı, Beyoğlu'ndaki ünlü Mahmut Usta'ya 10 liraya yaptırırdım. İş bununla da kalsa, 40'lı yıllarda moda olan fötr şapka merakı, beni de sarmıştı. Henüz 20 yaşında iken, yine büyük paralar verip, çeşit çeşit "melon" tipi fötr şapkalar alırdım.
Kıyafetlerimi, okuldaki dolabımda titizlikle muhafaza ederdim. Cumartesi günleri, okulda benim gibi yatılı kalan öğrenciler, "Kadir bugün acaba nasıl bir kıyafet giyecekş" diye merak içerisinde çıkışımı bekler, giysilerimi hayranlıkla seyrederlerdi. Okulumuzdaki yatılı kızlar ise, pencerelere toplanır, kuş bakışı beni gözetlerlerdi. Bir anda, sanki Boğaziçi Lisesi'nin mankeni olmuştum. Buna, "moda öncüsü" de diyebilirsiniz.
Yine hafta sonlarında, fırsat buldukça, Beyoğlu'na çıkıp, ünlü Abdullah Efendi Lokantası'nda aristokratlar gibi yemek yerdim. Garsonlara, peşinen bol bahşiş verdiğim için, lokantanın en güzel masası bana tahsis edilirdi. Genç bir insanın, yaşını başını almış kişiler arasında yemek yemesi, çok dikkat çekerdi. Ama, hem kıyafetim, hem de davranışlarım bu ünlü lokantanın atmosferine uygun düşerdi. Kısacası, güzel giyinir, güzel lokantalarda yemek yer, sinemalarda güzel filmler seyreder, güzel maçları aslâ kaçırmaz, velhâsıl İstanbul'un güzelliklerini doya doya yaşardım.
ARİSTOKRATLAR GİBİYDİM... Adana'daki başarısızlıktan sonra, İstanbul'da mutlaka başarılı olma zorunluluğu ile karşı karşıya bulunuyordum. Ancak, bu romantik kentin yaşantısı, hakkıyla öğrencilik yapmamızı engelliyordu. Derslerde, zorlan- maya başlamıştım. Açığımı, çoğu öğrenci gibi kopya ile kapatmaya çalışıyordum.
Sınıfımı problemsiz geçebilmek için, okul yönetim kurulu üyesi, yani sınıf başkanı ol- maya karar verdim. Bu sayede, derslerden iyi not alma ihtimali de artacaktı. İsterseniz bu tavrımı, Kayseri zekâsı olarak da değerlendirebilirsiniz.
Tüm sınıf başkanlarından oluşan bir yönetim kurulu vardı. Oranın başkanlığını ise, son sınıfın başkanlarından birisi yapardı. Önce, sınıf başkanı seçildim. Kısa sürede, faydasını da gördüm. 11. sınıfa gelince, okul başkanı olmayı kafama koydum. O yıllarda, Türkiye'de henüz çok partili demokratik hayata geçilmemişti. Ülke yönetiminde tek parti vardı. O da, Cumhuriyet Halk Partisi idi.
Boğaziçi Lisesi'ne, Türkiye'den önce gelen demokrasi, bizi kıran kırana bir seçim kampanyasının içine itti. Başkan seçilebilmek için, bugün pek revaçta olan Amerikanvari bir seçim kampanyası yürüttüm. O dönemin ünlü gazetecilerinden Sedat Simavi'nin oğlu Haldun Simavi, seçimde beni destekledi. Babasının matbaasında, çok etkili poster- ler bastırdı.
Çetin bir seçim mücadelesinden sonra, okul başkanı oldum. Seçimde, kızlardan oy alamamıştım. Çünkü kızlar, beni biraz sert mizaçlı buluyorlardı. Erkekler sayesinde ipi göğüsledim. Kızların adayı Tarsus'lu Can Eliyeşil ise, seçimi kaybetti.
Okul başkanlığı çok forslu idi. O forsu da sonuna kadar kullandım. Ama, kızlardan oy alamamanın ızdırabını uzun yıllar yaşadım. Şimdi babam Nuri Has'ın yaşam prensiplerini hayata nasıl geçirdiğini, ilginç bir olayla anlatmak istiyorum. Adana'da, 20-30 yıl öncesine kadar şehiriçi ulaşımı "fayton" dediğimiz lüks at arabalarıyla sağlanırdı. Babam da, işine faytonla gidip gelirdi. Tabii, daha sonra köşkümüzün kapısına son model otomobiller park edilecekti. Şimdi, o günlere dönüyorum:
Babamla birlikte bir iş dönüşü faytona binip, eve gelmiştik. Babamın işyeri ile evimizin arasındaki mesafe için taşıma ücreti, arabanın içinde, asılı duran tarifeye göre 40 kuruş idi. Kendisi, arabacıya 50 kuruş uzattı, arabacıdan paranın üstünü bekledi. Babam Nuri Ağa, o yıllarda Adana'da parmakla gösterilen üç-beş ünlü zengin arasında yer alıyor, arabacı da kendisini tanıyordu. Onun, para üstü beklemesini hayretle karşılamış olacak ki; şunları söyledi: "Ağa, paranın üzerini almasan olmaz mış Sen, koskoca Nuri Ağa'sın. Zenginliğin şânında para üstü almak var mış" Babam, faytoncunun bu beklenmedik tavrı karşısında kendisine şu cevabı vermişti: "Ben, senin paranı kesmiyorum. Tarifende ne yazıyorsa, onu veriyorum."
Faytoncu, tavrında bir değişiklik yapmayıp, babama lâf yetiştirmeye başladı. Babamın yanı sıra, bizleri de tanıdığı anlaşılıyordu. Faytoncu, sözlerini şöyle sürdürdü:
- "Nuri Ağa, büyük oğlun (Mahmut ağabeyimden bahsediyor) bize hep 1 lira veriyor. Sen ise, 10 kuruşun hesabını yapıyorsun." Babam, işi büyütmeden evine girmek istiyordu ama, hiçbir lâfın altında kalmayı da kendisine yedirmezdi. Ayaküstü arabacıya, şunları söyledi:
- "Sana bol bahşiş veren Mahmut, milyoner Nuri Bey'in oğlu, ben ise, Kasap Mahmut Ağa'nın oğluyum."
KIZLARDAN, OY ALAMADIM FAYTONCU İLE TARTIŞMA
Boğaziçi Lisesi'nin ünlüleri İSTANBUL'UN ünlü Boğaziçi Lisesi'nde, edebiyat hocası Hıfzı Tevfik Gönensay, okul müdürlüğü yapıyordu. Yine, dönemin ünlü edebiyat hocalarından Nihâl Adsız ile Nihat Sami Banarlı, okulumuzda derslere geliyordu. Hani o ünlü "Bayrak" şiirinin şairi Arif Nihat Asya var ya; o da bizim öğretmenimizdi.
50'li yıllardan itibaren, İstanbul Üniversitesi'nin ünlü öğretim üyeleri arasına girecek olan sosyoloji hocası Ord. Prof. Dr. Ziyaeddin Fahri Fındıkoğlu, felsefe derslerine girerdi. 1961 Anayasası'nı yapan kurul üyelerinden Prof. Dr. Hüseyin Nail Kubalı, okulumuzda sosyoloji hocası idi. Ünlü tarihçi Samih Nafiz Kansu tarih dersine, ünlü müzik adamı Muhittin Sadak ise müzik derslerine girerdi.
Okulumuzdaki öğrencilere gelince; Boğaziçi Lisesi'nin öğretmenleri kadar, onlar da ünlü idi. Veya, hayata atılınca üne kavuşacaktı. İşte bunlardan birkaçı: Futbolcu Cihat Arman, büyükelçi Şefik Fenmen, işadamı Can ve Sâdık Eliyeşil, Prof. Dr. Demir Başar, gazeteci Haldun Simavi, gazeteci Muzaffer Aşkın, gazeteci Emin Galip Sandalcı, TEMA Vakfı Başkanı Hayrettin Karaca ve Bayrampaşa eski Belediye Başkanı Muzaffer Öztekin.
|