|
|
|
|
|
Işığın söndüğü gün unutulmadı
|
|
İzmirliler'in genç ve sevgili başkanı Ahmet Piriştina, geçen yıl bugünlerde hayata veda etti. Yüzbinler onu gözyaşları ve "Gitme kal bu şehirde" şarkısıyla uğurladı. Acısı hala yürekleri dağlıyor.
Işığın söndüğü gün
İzmirliler'in genç ve sevgili başkanı Ahmet Piriştina geçen yıl bu zamanlar hayata veda etti. Yüzbinler onu gözyaşları ve "Gitme kal bu şehirde'' şarkısının eşliğinde uğurladılar. Acısı hâlâ yürekleri dağlıyor.
Bu yazı için masaya oturmadan önce gözbebeklerimi demir parmaklıklarla ördüm, aralarını da sık tel örgüyle iyice kapattım. Ayrıca yazı boyunca neredeyse her paragrafta yüzümü soğuk suyun altına tuttum. Buna rağmen birkaç damla gözyaşım, bir yol bulup sayfaya damlarsa, şimdiden özür dilerim.
Yaşama sevincini yitirmiş adam gece elin eteğin çekildiği saatlerde Yıldırım Gürses'in rast şarkısını mırıldanmaya başladı: "İçime hep hüzün doluyor Yine sensiz sabah oluyor" Yaklaşık bir yıldır her gece tekrarladığı, bir ritüel olmuştu bu. Yatmadan önce gece duası gibi. Adam hıçkırıklarını bastırmak için yutkunduktan sonra, artık günde iki pakete dayanmış sigaranın bile pek bozamadığı eğitimli sesiyle devam etti: "Geçiyor günler ömür doluyor Yine sensiz sabah oluyor"
1989'un ilk günlerinde İzmir'de gazetecinin odasına üç kişi girdi. Öndekinin elinde tek kırmızı karanfil vardı, arkasındaki 30'lu yaşların ortalarında ve ikisi de birbirinden uzun gençlerin ise yüzlerinde Ege güneşi kadar sıcak, içten ve duru gülücük. Gazeteci öndekini tanıyordu. Bayağı eskiden. 1970'lerden. Ecevit CHP'sinin milletvekili, Ecevit hükümetinin Gençlik ve Spor Bakanı Yüksel Çakmur. 19 Mayıs gösterilerini sahada gençlerin müzik eşliğinde eğilip büküldükleri, tribünlerdeki halkın ise tepkisiz izlemekle yetindiği sıkıcı törenler olmaktan çıkaran adam. Renk cümbüşüne dönüşen tribünlerle sahanın bütünleştiği şenliği -12 Eylül döneminde Zincirbozan sürgünleri arasında yeralanona borçluydu Türkiye. Arkadaki iki gençle ise sadece tanışıklığı vardı. Biri Mehmet Soyer'di. 1970'lerde ekonomi haberlerine magazin çeşnisi katarak gazetelerde yer bulmasını sağlayan İzmir Ticaret Odası Başkanı Dündar Soyer'in oğlu. Atatürk'ün yakın dostu ve bir zamanların ünlü İzmir Valisi Şefik Soyer'in torunu. Diğerini ise bir-iki kez arkadaşı Nedim Demirağ'ın bürosunda görmüştü. "Tanıştırayım" demişti Nedim Bey, "Bizim deli-dolu Arnavutumuz, Ahmet Piriştina."
SORUMLULUK BACANAKLARDA Çakmur elindeki tek karanfili uzattıktan sonra, "Ziyaret nedenimiz" diye başladı. O yılın 26 Mart'ında yerel seçimler yapılacaktı. SHP (Halkçı Parti ile SODEP'in birleşmesinden doğmuş, Erdal İnönü'nün liderliğindeki parti), İzmir Büyükşehir Belediye Başkanı adayı olarak onu belirlemişti. "Varoşlarda durumum iyi. Ancak seçimi kazanmak için İzmir'in kalbini, yani Kordonboyu ve Alsancak ile Karşıyaka'yı fethetmem gerektiğini biliyorum. İşte o ağır sorumluluğu da danışmanım bu iki genç bacanağın omuzlarına yükledim." Bacanak? Ahmet Priştina ve Mehmet Soyer, iki kızkardeşle evliydiler. "Dipten bir dalga geliyor, siyasette epey eski biri olarak hissediyorum" diyordu. Bu dalganın kendisini başkanlığa taşıyacağını söylüyordu. "Ahmet ve Mehmet, başkanlığımda da sağ ve sol kollarım olacaklar" diye ekliyordu. Sonra gittiler. Gazeteci, "İlginç ekip" diye düşündü. Kampanya etkinliklerinden birkaçını izlemeye karar verdi. Çakmur'un medyayla ilişkilerini de iki bacanak üstlenmişti. Gazetecinin çalıştığı kuruluş Piriştina'nın payına düşmüştü. O nedenle -o sayede demesi gerekiyor- Arnavut'la kampanya boyunca -ki yaklaşık üç ay ediyor- her gün görüştüler. Piriştina sabah kahvelerinden ilkini değilse bile ikincisini onun odasında içti. Hayır hiçbir şey istemiyordu, sadece laf arasında bir-iki cümleyle o günkü programı anlatıyordu, o kadar. Sohbet konuları -günlük- siyasetin öyle dışındaydı ki: Resim, edebiyat, tiyatro, o sıralar ayak sesleri duyulmakta olan Doğu blokundaki büyük deprem. Tabii biraz da futbol. Ve her gün biraz daha ısındı ona. O kadar ki, bir süre sonra ziyareti geciktiğinde meraklanmaya başladığını farketti. Kahvenin yanındaki sigara gibi bir şey olmuştu "Abi" demeye başlayan o güneş yüzlü adam onun için.
Uzatmayalım. Çakmur seçimi kazandı. Açık ara. Sözünü de tuttu: Mehmet'i İzmir'in ünlü Fuar'ının başına getirdi. Ahmet'i ise Tansaş'ın. (Tansaş, İzmir'in 1970'lerdeki efsane Belediye Başkanı İhsan Alyanak'ın eseriydi. Halkın ekmek, sebze-meyve, et ve kömür gibi temel ihtiyaç maddelerini ucuza almasını sağlayacak bir tanzim satış mağazası olarak kurmuştu. 1984'te Özal rüzgarıyla ANAP'lı Burhan Özfatura başkanlığı kazanınca, isabetli bir kararla, İzmirliler'in tüm ihtiyaçlarını piyasadan daha düşük fiyatla karşılayabilecekleri süpermarket zincirine dönüştürmüştü. Ancak artık, yani Çakmur'un koltuğa oturduğu sırada, durum biraz farklıydı: Marketçilik bir sanayiye dönüşmüştü. Uluslararası gruplar bile pazara girmeye başlamıştı.) "Benim değişik bir vizyonum var" dedi Ahmet. Tansaş'ı İzmir'in dışına da yayacaktı. Çeşme'den başlayıp Bodrum'a, Denizli'ye kadar götürecek, Ege çapında zincir yapacaktı Daha sonra halka açacaktı. "Ama önce Tansaş'ın imajını parlatacağım" diye ekledi. Parlattı da. O kadar ki, İzmir basınında çok geçmeden Tansaş'ın patronu, Büyükşehir Belediyesi'nin patronundan daha popüler oldu. Ayrıca daha sevilen. Daha çok sahip çıkılan. Seçimi izleyen günlerde Piriştina gazeteciyi aradı: "Abi geçiş dönemi kargaşasından ötürü pek görüşemedik. Bu cumartesi akşamı buluşalım mı? Ama bizim evde. Eşlerimizin de tanışmaları zamanı geldi." Eşiyle birlikte gittiler. Ve sadece Mine'yle (eşi), Zeynep'le (kızı), Levent'le (oğlu) değil, aynı zamanda ailenin -gazeteciye göre- önemli kültürel değeri olan iki kez pişirilmiş (ilki tencerede ocak ateşinde, ikincisi toprak güveçte ve fırında) Arnavut usulü kurufasulyeyle de tanıştı. Yine Arnavut usulü -tadına doyum olmayan- lahana turşulu börekle de... "Bu evde Arnavutlar'la ilgisi olmayan bir yemek pişmez mi?" diye takıldı. Yanıt Ahmet'ten geldi: "Dur daha pırasa tatlısını ikram etmedik!"
Cumartesi yemekleri yavaş yavaş geleneğe dönüştü. Bazen evde, bazen dışarıda. Ve gazeteci her yemekte daha da kalabalıklaşan masa sayesinda entelektüel doyum açısından Ali Baba'nın mağarasındaki hazineden farksız bir çevrede buldu kendini: Metin Akpınar, Aydın Boysan, Prof. Sadun Aren, Rutkay Aziz, Yaman- Meral Okay, Aziz Nesin, Demirtaş Ceyhun, Arif Keskiner, Demir Karahan, Gündüz Mutluay Bazen konuklardan biri "Ahmet, aklıma 1980'deki maceramız geldi" derdi. Bir başka cumartesi bir başka konuk 1970'lerden dem vururdu. (Ahmet hali vakti iyi bir ailenin çocuğuydu. Babası Derviş Bey, Kral Zogo döneminde Arnavutluk parlamentosu üyelerindendi. Annesi Hamide Hanım ise Üsküp eşrafından Sait Bey'in kızı. Gel zaman git zaman, rüzgar iki aileyi de önlerine katıp İzmir'e getirmişti. Sait Bey, Sait Tanık olmuştu. Derviş Bey ise Derviş Piriştina. Ve Sait Bey'in kızıyla Derviş Bey'in evliliğinden Ahmet dünyaya gelmişti. Bir de ondan önce sevgili ablamız Mergim. Arnavutça'da "gurbet" demekti Mergim. Kral Zogo yanlısı baba Derviş Piriştina, oğlunun sosyalist dünya görüşünü benimsediğini öğrendiği gün, "Tübe tübe" demişti, "Ne günlere kaldık.'' Soğuk hava deposu sahibi -tabii babadan- Ahmet Piriştina, genç yaşında Ege Bölgesi Sanayi Odası Meclisi'ne seçilmiş ve daha kürsüye ilk çıkışında -tutucu İzmirli sanayicilerin- başlarından aşağı bir kazan kaynar su boca etmişti: Emeğin kutsallığından söz ediyordu, işverenin duyarsızlığından, hatta bencilliğinden, gökkubbe altındaki dünyayı ortak solumak ve paylaşmaktan...
İŞÇİ PARTİSİ MİLİTANI Piriştina o kürsüye çıktığında ardında Türkiye İşçi Partisi'nin -hem de zor günlerinde- sınavdan geçmiş militanlığı vardı, 12 Eylül döneminde sıkıyönetimin aradığı Behice Boran'a, Prof. Sadun Aren'e evini açması gibi benim diyen yiğidin göze alamayacağı mertliği vardı, daha özgür, daha eşit, daha adil bir düzen inancına sonsuz bağlılığı vardı. Kürsüden inerken, sanayiciler "Bu kızılın aramızda ne işi var" diye mırıldanıyorlardı.)
Gazetecinin artık hayatının en renkli ve keyifli bölümü haline gelen haftasonu yemeklerine ara-sıra Çakmur da katılmaya başlamıştı. Öyle bir yemekte gazeteci "Başkan" dedi, "Bir halef hazırlamayı düşünüyor musun?" Çakmur duymazlıktan geldi ama lokması boğazında düğümlendi. Bir başka buluşmalarında konuyu tekrar açtı: "Bak Başkan, görevi ne kadar sürdürmek istediğini bilemem ama birgün nasıl olsa bırakacaksın. Ondan sonrası için halef hazırlarsan, İzmirli'ye de, Türkiye'ye de büyük iyilik edersin." - Aklından geçen biri var mı? - Tabii. Ahmet'ten iyisini ne sen bulabilirsin, ne de seçmen olarak biz. O akşam Ecevitvari tikleriyle kendini ele verdi Çakmur ve bir daha hafta sonu masasında yer almadı. Piriştina, "Abi" dedi bir süre sonra, "Başkan bana soğuk davranmaya başladı" Davranmakla kalmadı. Önce Mehmet Soyer ayrılmak zorunda kaldı. Uzun sayılmayacak bir süre sonra da Ahmet. Gazeteciye, "Beni potansiyel rakibi gibi görmeye başlamıştı" itirafında bulundu. "Ne yapacaksın" diye sordu gazeteci. Kafası karışıktı. "Şimdilik öğrendiğin ve sevdiğin işi yap" önerisinde bulundu. - Yani? - Halkın günlük yaşamının vazgeçilmez parçası haline getirdiğin Tansaş'ın benzerini yarat. - Nasıl olacak bu? Bende para mı var? Gazeteci, İzmir'in önde gelen işadamlarına akşam yemeği verdi. "Piriştina'nın size anlatacağı bir proje var" dedi Anlattı. "Var mısınız" diye sordu. Herkes elini kaldırdı Bugün İngiliz grubu Tesco'nun satın aldığı İzmir'in hipermarket zinciri "Kipa" işte böyle doğdu. 100 İzmirli'nin 100'er milyon lira vermesiyle. Hayır, gazeteci ortak olmadı. Nedeni basit: Değil 100 milyon, 1 milyon lirası bile yoktu. (Not: Tesco'ya satış her ortağa en az 2 milyon dolar kazandırdı.)
Mutluydu Piriştina. Ama gazeteci 'işlemeye' devam ediyordu: "Türkiye'nin senin gibi düzgün, dürüst insanlara ihtiyacı var. Siyasete gir." Sonunda pes etti. 1994'te bir akşam haberi verdi: "DSP'ye başvurdum. Bülent Bey ve Rahşan Hanım mutlu oldular." O yıl yapılan yerel seçimlerde DSP'nin belediye meclisi üyeleri listesinin ilk sırasında yer aldı. Belediye başkanlığını kim mi kazandı? Çakmur'u yenilgiye uğratan Burhan Özfatura! 1995. Genel seçimler -her dönem olduğu gibi- bir yıl öne alındı. Ankara'dan bir telefon. Oran'dan: "Ahmet Bey sizi İzmir'de birinci sıraya koymak istiyoruz." Erbakan'ın Refah Partisi'nin 158 sandalyeyle birinci olduğu 24 Aralık 1995 seçimlerinde DSP Meclis'e 76 milletvekili soktu. Biri Piriştina'ydı. Daha seçim gecesi -artık İstanbul'da çalışmaya başlamış olan- gazeteci ona "Bir dönem Ankara'da pişmen iyi olur. Ama ilk seçimde belediye başkanlığını düşünmelisin" dedi, ekledi: "Aklının bir kenarında bulunsun." Sonra 4 yıl boyunca -neredeyse günaşırı- telefon görüşmelerinde usanmadan o telkini tekrarladı.
Ve 28 Nisan 1999 seçimleri geldi. Yerel ve genel seçimler birlikte yapılacaktı. Ecevitler anlamıştı. İzmir'i DSP ancak Piriştina ile alabilirdi. Gerisi o kadar taze ki... Kolayca seçilmesi. Müthiş performansı ve olağanüstü dürüstlüğüyle İzmirliler'in ilahı olması. 2004 yerel seçimleri yaklaşırken biraz sıkıntılıydı. Projelerinin hepsini bitirmemişti. Bir döneme daha ihtiyacı vardı. İzmirliler ona tapıyordu ama DSP'nin hali ortadaydı. Gazeteci, "CHP'ye geçsen iyi olur" önerisinde bulundu. Aslında CHP'nin de ona şiddetle ihtiyacı vardı. 16 Temmuz 2003 Salı günü CHP Meclis Grubu'nda Baykal kürsüye çıktı: "Bu haftaki değerlendirmemize geçmeden önce, CHP'ye katılma kararını alarak bugün partimize resmen katılacak olan İzmir Anakent Belediye Başkanı sayın Ahmet Piriştina'yı buraya çağırıyorum." 28 Mart 2004 Pazar akşamı telefonu çaldığında gazeteci sonucu çoktan biliyordu: Piriştina her iki İzmirli'den birinin oyunu alarak, ipi kolayca göğüslemişti. "Kardeşin bu defa da yüzünü kara çıkarmadı" dedi.
Seçim telaşı bitti, düğün telaşı başladı. Aman Allahım o kadar büyümüş müydü çocuklar. Levo'muz, Levent evleniyordu. - Abi, oğlanın düğünü 17 Haziran'da. Bir-iki gün önce gelirsen İzmir'i gezdiririm. - Kusura bakma Başkan. Seni çok özledim ama ancak düğün günü, o da akşama doğru gelebileceğim. - Tüh. Keşke önce gelebilseydin. Kardeşinin seni mahçup etmediğini göstermek isterdim...
14 Haziran Pazartesi günü Piriştina nedenini bilmediği bir sıkıntıyla uyandı. Sırdaşlarına (Erdal İzgi, Levent Tanık ve Hüsamettin Ender), o akşama doğru, iş bitince "hava değişimi" için İzmir dışına çıkmak istediğini bildirdi. Urla'ya gittiler. Çeşme'deki yazlığında da geline kına gecesi yapılıyordu. Pek de geç olmayan bir saatte döndüler. Hatta Çeşme'ye gitmeyi önerdiler. Piriştina, "Kadınlar arasında ne işimiz var" diye reddetti. Bostanlı'daki lojmanda -tek başına- kalan Piriştina gecenin bir vaktinde, sabahki sıkıntısının depreştiğini fark etti. Bahçeye çıktı. Kanser tedavisi gören kocasıyla ilgilendiği için geç saatlere kadar ayakta olan evin temizliğinden sorumlu yaşlı kadınla karşılaştı. "Bir sorun mu var Başkanım" diye sordu kadın. Başını salladı. İçeri girdi. Bir saat kadar sonra tekrar çıkmak istedi. Kanapeden doğrulurken birden kapaklandı. Sabah onu yerde buldular. Çoktan ölmüştü. Gazeteciye haberi sekreteri verdi. Tam da uçak rezervasyonuyla uğraştığı sırada: "Piriştina ölmüş..."
Bir yıldan beri gazeteci her gece, ileri bir saatte, içini kemiren soruya yanıt arıyor: "İki gün önce gitseydim, o gece onun yanında olsaydım, yardım edebilir miydim, kurtarabilir miydim?" Sonra titreyen sesiyle "gece ağıtı"na başlıyor: "İçime hep hüzün doluyor..."
O gazeteci benim. Cevaplayamadığım soru yüzünden vicdan azabıyla kıvranan ben. Hayattaki tek dostunu yitirmiş ben. Bastonunu kaybetmiş körden farksız ben... "İçime hep hüzün doluyor..."
|
|
|
|
|
|
|
|
|