|
Elveda dostum "Maykıl Saymın"
|
|
Ömer Kavur çok düzgün, dürüst, kaliteli bir insandı. Dünyanın tanıdığı az sayıda yönetmenimizden biriydi. Eminim, ölümü, yabancı sinema çevrelerinde de yankı yapacak.
Bu ne zamansız bir ölüm
Ne oldu, sevgili kardeşim... Niye bizi böylesine erken bırakıp gittin? O güzel yüzünü, o eşsiz kahkahanı, o doyulmaz sohbetini bir daha nerede bulacağız biz? Dahası, o güzel filmleri kim yapacak, o alabildiğine kişisel öyküleri kim anlatacak? Nasıl anılar üşüşüyor kafama... Nasıl birlikteliğimizin sayısız anı, kötü bir yönetmenin elinden çıkmış bir filmin yanlış kurgulanmış bölümleri gibi zihnimde karmakarışık resm-i geçit yapıyor. Bunları nasıl toparlayacağım ben? Sabah sabah haberi okuduğumuzda karımla birlikte birbirimize sarılarak dakikalarca ağladıktan sonra, nasıl soğukkanlılığımı bulup bir "ölüm yazısı" döktüreceğim? Sevgili kardeşim... Seninle bir zamanlar Sinevizyon adlı şirketin bulunduğu Fitaş sinemalarının tepesindeki büroda ilk kez tanışmıştık. Yıl 1974'tü. Sen Paris'in ünlü IDHEC Sinema Okulu'nda okuyup yurda dönmüş, geleceği parlak bir genç adamdın. Ben de bir sinema yazarı. Ve sen o şirket adına ilk filmini yapacaktın, yaptın da... Ama "Yatık Emine", seks sinemasına teslim olmak üzere olan, üzerine ölü toprağı serpilmiş bir sinemada gereken ilgiyi bulmadı. Ben bile doğru-dürüst bir yazı yazamadım. Ve sen pes ettin. Bir süreliğine... 1979'da döndün. Rahmetli Onat Kutlar'ın senaryosu üzerine "Yusuf ve Kenan"la. Bu film ilk kez çocuklarımızın gerçek sorunlarına belgesel yalınlığıyla eğildi, Cem Davran'ı günışığına çıkardı ve küçük bir mücevher oldu. Seninle yaptığım konuşmada bana şöyle demiştin: "Uzun süre piyasa koşullarına uyarak film yapmak istemedim. Sonra bu film üzerine vizyonlar görmeye başladım. Onat Kutlar'ın da benzer bir konuyu işlemek istediğini öğrendim. Birlikte çocuk bürolarını, sübyan koğuşlarını gezdik, sokak çocuklarıyla konuştuk. Ve senaryo ortaya çıktı". Ardı arkası geldi. Hep ünlü ve has yazarlarımızla işbirliği yaparak birbirinden güzel filmler ortaya koydun. "Ah Güzel İstanbul", "Kırık Bir Aşk Hikayesi", "Körebe", "Amansız Yol", "Anayurt Oteli", "Gizli Yüz", "Akrebin Yolculuğu"... Ortak özellikleri olan filmlerdi bunlar. Hemen hepsi bir "yol filmi"ydi. Bir insanın belli bir gerçeğin peşine düşmesi ama onu ararken kendi gizemine de ulaşması... Kasaba, Kavur'un gözde çevresiydi: Onun kadar kimse Anadolu kasabalarının o yalnız, bakımsız, terkedilmiş duygusu veren ama aynı zamanda gizler ve güzellikler içeren havasını verememiştir. Kavur, çok uzun süre sinemamızın tek "mektepli" yönetmeni olarak kaldı. Bu yüzden Yeşilçam önceleri ona biraz mesafe koydu. Ama kısa zamanda profesyonelliği, herkese yardım çabası, geleneğe saygısı gibi şeylerle buzları eritti. Aydındı, entelektüeldi elbette.. Filmlerinde zamanın göreceliği, görünenin ardındaki gerçek gibi soyut, hatta mistik temalar kullanan biri, elbette ancak bir aydın olabilirdi. Ama hiçbir zaman seyirciden kopmadı, star sistemine karşı gelmedi, Türkan Şoray'dan Zuhal Olcay'a, Müjde Ar'dan Hande Ataizi'ne herkesle çalıştı. Yine de Zuhal Olcay, Kadir İnanır, Aytaç Arman ve aynı zamanda senaryolarını da kullandığı Macit Koper'in gözde oyuncuları olduğu söylenebilir.
KANSER ONU BIRAKMADI Kavur dünyanın tanıdığı az sayıda yönetmenimizden biriydi. Cannes'dan Venedik'e birçok festivale katıldı. 1987'de Fransa'nın saygın Nantes şenliğinde "Anayurt Oteli" en iyi film seçildiğinde geniş bir Türk ekibiyle birlikte ben de vardım. Nasıl mutlu olmuştu ve nasıl dakikalarca alkışlanmıştı... Başka birçok ödül aldı. Yıllar önce Portekiz Troya Festivali ona toplugösteri düzenlediğinde, katalog yazısını ben yazmıştım. Selanik'ten Bastia'ya, Valencia'dan Montreal'e birçok önemli festival, filmlerine özel bölümler ayırdılar. New York'un ünlü Lincoln Film Center'i de birkaç yıl önce aynı şeyi yaptı. Filmleri büyük ilgi gördü ve bir Amerikalı eleştirmen onun için "zamanın kuyumcusu" diye yazdı. Ömer Kavur her şeyiyle düzgün, dürüst, kaliteli bir insandı. Birkaç dili rahat konuşan, gerçek anlamda bir kültür adamıydı. Ama hiçbir zaman hiç kimseye, yukardan baktığını görmedim, duymadım. Onunki hazmedilmiş bir kültürdü. Sayısız genç yönetmene, bu arada belgeselcilere destek oldu, burada çekilen birçok yabancı filmin yerli yapımcılığını başarıyla yürüttü. Çok iyi biliyorum ki ölümü yabancı sinema çevrelerinde de yankı yapacak. "Melekler Evi"ni çekerken hastalanmıştı. Ama tedavi gördü ve görünürde iyileşti. Son filmi "Karşılaşma" da eski formunu bulmuştu. Hem Antalya'da hem de SİYAD seçmelerinde hemen tüm ödülleri silip süpürdü. Ama kanser denen olay insanı pençesine aldı mı, kolay bırakmıyor. Hem de 60'ını yeni aşmış bir sanatçıyı...
GEL DE KADERE İNANMA İki özel şey daha... İlki, onunla aramızdaki bir şifre, bir anekdot. Yıllar önce bir yabancı şenlikte (Moskova mıydı?), sanırım bir Amerikalı, ünlü Fransız oyuncusu Michel Simon'dan (Mişel Simon okunur) söz ederken, Amerikan şivesiyle "Maykıl Saymın" deyivermişti. Nasıl da kahkahayı patlatmıştık.. Bu aramızda bir espri olarak kaldı ve ne zaman karşılaşsak, birbirimize "Ne haber, Maykıl Saymın" diye seslendik. Diğeri de şu. Ben artık iyice kadere inanmaya, bazı raslantısal gözüken şeylerin aslında kurgulanmış olduğunu düşünmeye başladım. Şu anda benim Cannes'da olmam gerekiyordu ama hayatımda ilk kez vizeme dikkat etmemiş olduğumdan, havaalanından geri döndüm. Ve yine içime doğan bir şeyle, gidişimi Pazar'a erteledim. Ertesi sabah, Ömer'in ölüm haberi geldi. Ve ben, tüm bu raslantılar sonucu, hem bu satırları yazma imkanını buldum hem de dün cenazeye katılabildim. Gelin de kadere inanmayın! Atilla Dorsay superonline.com
|