Bir günün hikâyesi...
Bazen 24 saatlik bir zaman dilimine öyle şeyler sığar ki... Yaşadığınız ülkeyle ilgili müthiş ipuçları yakalarsınız... Ya da bütün olup bitenler bir aynaya dönüşüp karşınıza çıkar; siz ona bakar bakar ülkeyi görürsünüz, kendinizle birlikte! Mesela ben.. Hafta içinde yaşadım bunu.. Öylesine hareketli ama birbirinden bağımsız durum ve olayların içine düştüm ki.. "Hangisi Türkiye?" diye sormak geldi içimden.. Çelişki ve mutlulukları aynı yumakta barındıran, hem cılız hem iri cüsseli, hem yoksul hem zengin; bazen bir yanardağ gibi patlamaya hazır, bazen durgun akan bir su.. Kimi zaman büyük umutlara yelken açan, kimi zaman da umutsuzluk fırtınasında boğulan bir yurt toprağı... Şimdi, yaşadıklarımı, tanıklıklarımı sıralıyorum, siz de benimle birlikte bir yolculuk yapın, karar verin! Malum diziye benzetmiş olmayalım ama ortaya "24" diyesi bir film çıkıversin!
-75 YILA 60 KİŞİ! Sabah erkenden kalktım, Harbiye Muhsin Ertuğrul Tiyatrosu'na, Necdet Mahfi Ayral'la ilgili yapılacak "ilk tören"e katılacağım... Yol boyu bir başıma giderken düşünüyorum, daha doğrusu benim "ihtiyardelikanlı dostum"un "veda"sına ilişkin hayaller kuruyorum! Üstad, son kez sahnede(!) olacak, tabutu çevresinde yüzlerce Şehir Tiyatrosu emektarı ya da sanatsever saygı turu atacak. Kızı Jeyan Mahfi, başsağlığı kelimelerini işitmekten, el sıkmaktan helak olacak; hele hele ses ve hayat kattığı yüzlerce "siyah beyaz film"in "esas oğlanları, esas kızları"yla yüz yüze gelip bir de hasret de giderecek, az biraz kederi hafifleyecek!.. Necdet Mahfi bu, son nefesine kadar devletin ve milletin(!) tiyatrolarında toplam 75 yıl sahne almış.. Eeee, bu durumda "devlet" ya da "Belediye" de elbet orada ağırlığıyla olacak... Sonuç; Tiyatro'nun salonunda, Teşvikiye'nin avlusunda, o öğle saatlerinde, 75 kişi dahi toplanmadı, toplanamadı! Her sahne yılına bir kişi dahi düşmedi, düşemedi! Bizim gazetenin man- şetine çıkan kefen parası, rehin tutulmaya ramak kalmış cenazesi bir yanaydı ama galiba "eski dostlar"ın bıraktığı yara, yeni dostların çektiği kura(!) ve "devlet-i Ali"mizin verdiği ara, daha ağır düşmüştü o salon ve avluya... Yakışıklı(!) olmadı kısacası!
-GALATASARAY'LI ÖĞRENCİLERLE... Avlu ve Cami'yi geride bırakıp yoluma devam ediyorum, Galatasaray Lisesi öğrenci ve öğretmenlerinin karşısında konuşmacıyım. Konu, "popüler kültür!" İçimi acıtan, dayatılan ne varsa sıralıyorum, yetmiyor, yüksek sesle bağırıyorum, taze örnekler vererek! "İyi şeyler" de anlatıyorum. Soru faslına geçiliyor, dinleyiciler konuşuyor bu kez..(!) Onlar benden daha dertli, benden daha öfkeli. Bir söyledim bin ah işittim yani!.. Aslında, şu son bir iki ay içinde konuşmacı olarak katıldığım her yerde durum aynı! Zevzeklikten, şımarıklıktan, cıvıklıktan, çivisi çıkan durumlardan, at izinin it izine karışmasından yakınmayan yok! Ama.. Sonuca ve çözüme gitmek için, el veren birileri de yok!. Neyse, her şeye rağmen umutlu ve yakışıklı!
- DOKTOR ARA GÜLER! Galatasaray'dan bi koşu ayrılıyorum. Şimdi de Yıldız Teknik Üniversitesi'ndeyim... Üniversite, Ara Güler'e "fahri doktorluk" ünvanı veriyor.. Yani "Onursal Doktora"yla ödüllendiriyor... Muhteşem; harika.. Fakat, garip ama gerçek bi durumu da aktarmam lazım.. Fotoğrafın bu büyük ustasını, 50'li yıllarda Fransız devleti, 60'larda Amerikan devleti, 1970'de İngiliz hükümeti, 80'lerde Batı Alman Üniversiteleri ve daha pek çok ülke defalarca ödüllendirdi, dünyanın yedi büyük fotoğrafçısından biri seçti de.. Bizim devlet, bi ödül ya da onuru uygun görmemişti hiç. (Ancak, iki üç yıl önce "devlette görevli "birileri" devlet sanatçısı listesi"ne önerdi de birdenbire! "derin bi biçimde" sümen altında kaldı öneri, o sonradan iptal edilen listeye giremedi Ara Güler. Hani Sezen Cumhur'ların, Müşerref Akay'ların da olduğu o uzun liste!) Sonunda, 2004 yılında nihayet bir devlet üniversitesi Ara Usta'yı taçlandırdı.. Olsun varsın, geç olsun, bilim hep var olsun, üniversitenin canı sağolsundu.. Ara Abi eşi Suna Abla'yla çok mutluydu o gün.. Rektörler, dekanlar saygıyla eğildiler karşısında.. Ve pek yakışıklıydı!
- BİR KİTAP FERYADI... Gazeteye geliyorum, telefon, mektuplar derken, e-mailler arasından "Bir öğretmenden dilek" rümuzlu bir feryat yükseliyor. "Ben Silivri'de branş öğretmenliği yapıyorum. Evimizde tüp patladı, canımıza bir şey olmadı ama 3000'e yakın kitabım yanıp kül oldu.. Çok üzgünüm. Çocuklarım ve öğrencilerimin kitapsız kalması anlamına da geliyor bu. Doğrusu kitap alacak, yani, hayattaki en büyük varlıklarımdan biri o kitapları tekrar toparlayacak gücümüz yok. Eğer mümkünse elinizde okuduğunuz ya da fazla kitaplardan yollar mısınız?. Derya Yılmaz- Alibey Mah. Hastane Cad. 19/4 Silivri.." Tabii ki Derya Hanım, başım gözüm üstüne... Sen, yarışma programını arayıp, "lütfen yardım edin, Memedaliii Bey, araba alıcam!" diyenlerden değilsin ki... İstediğin bir ya da bin kitap.. Bundan daha onurlu bi feryat olabilir mi?
- MÜZEYYEN SENAR'LA 70 YIL.. Telefon trafiği, elektronik posta turu bitti, akşamın geç bi vakti arkadaşlarla montaj masasına kurulduk... Ne güzel, başta Sezen Aksu, Müzeyyen Senar'ın gönül dostları bir araya geldi ve aylardır uğraşıp, didindikleri "Müzeyyen Senar'ın 70'inci Yıl Onur Gecesi"ni kotardılar... Mutluyum, bana da iş düştü, benim de tuzum oldu.. Açık Hava Tiyatrosu'ndaki gecede gösterilmek üzere "mini bir film" derledik .. Adını da Müzeyyen Abla koyduk.. Herkesin eline diline sağlık. 80'inci Yıl'da buluşmak üzere...Daha ne olsun? "Vefa" ve kadirşinaslığın en yakışıklısı!
|