Başım belada
Dört bir yanım sarılmış durumda, kendimi acayip kıstırılmış hissediyorum. Hangi konuya el atsam gaiplerden gelen bir "cıss!" sesi irkiltiyor beni. Yani bir "yazı adamı"nın başına gelebilecek en büyük bela beni buldu: Mevzu bol, yerim dar değil ama ben oynayamıyorum! Şimdiden onlarca tabuya sahibim. Put kırmaya ise hiç takatim yok! İşte beni dehşete düşüren tablo: "Kardeşim kafayı Sabetaycılıkla bozmayın. Milleti rahat bırakın. İsimlerden ve soy isimlerden yola çıkarak Sabetaycı avına çıkmak kelimenin tam anlamıyla ayıptır" diye destursuz konuya girsem, "Ulan senin adın Hakan.. Hakan, Kagan'dan gelir. Kagan eski bir Yahudi adıdır. Yahudi sürgününde bir kısım Yahudiler Yozgat'a göç etmişti, senin kökeninde de mutlaka Sabetayistlik vardır" diye girişirler. Ondan sonra işin yoksa uğraş dur Sabetayist olmadığını kanıtlamak için. Tamam, demek ki Sabetaycılık konusuna girilmeyecek! Peki Bebek sahilinde yürüyüş yaparken karşılaştığım Ayşe Arman'la yaptığım o kısa muhabbeti anlatabilir miyim? Tabi ki anlatamam! Çünkü "Memlekette onca mesele varken" diye başlayan itiraz cümlelerini şimdiden duyar gibiyim. Tamam, ondan da vazgeçtik. O zaman lütfen izin verin de alabildi- ğine faşist eğilimler içinde olan bir kadın yazarın, kendini solcu zannetmesinin saçmalığı üzerine döktüreyim. Hayır, bu da olmaz! Neden? İşte cevap: "Adın zaten çıkmış polemikçiye.." Ne Cihangir'in kedilerinden söz edebilirim, ne de Nişantaşı'nın kalabalıklığından.. Diyelim ki bir cesaret söz ettim, o zaman "özentili" yaftasının üzerime yapıştırılmasını da göze almalıyım, işte buna gelemem. "Kara Kuvvetleri Komutanı Yalman 'Genelkurmay'ın ortak ahdı' demedi, 'Genelkurmay'ın ortak aklı' dedi" cümlesiyle yazıya başlasam bu sefer de "Adamın takıldığı ayrıntıya bak" derler. Biraz ağır takılayım ve "Din-bilim, akıl-vahiy çelişkileri" üzerine bir makale kaleme alayım desem, sığ pozitivist eğilimlerin 1789'un Fransa'sından bile daha güçlü bir şekilde yaşandığı ülkemizde, bana haddimi bildirecek o kadar çok pozitivist ortaya çıkar ki, aman Allah korusun! Beni saçma sapan tezlerle güya eleştiren Yalçın Küçük'e cevap versem, "Onun mazur olduğunu bilmiyor musun?" derler. Abdullah Oğuz'un lütfedip gönderdiği Asmalı Konak DVD'sinden "yönetmenin kurgusu"nu seyredip bir eleştiri kaleme alsam, "arkaik" ve "demode" suçlamasıyla karşı karşıya kalırım. "İkinci bahar" adlı yarışma programını sunan Ebru Akel adlı sunucunun olağanüstü sahteliği yüzünden sinirlenip televizyona terlik fırlattığımı ve bu yüzden evdeki televizyonun kırılma tehlikesi atlattığını yazsam, "özelini yazma!" uyarısıyla kim bilir kaç kişi karşıma çıkar. En iyisi bulaşmamak! Ne yani oturup "açık göbekli kız, çarşaflı kadın" olayına mı dalayım? Ah hayır! Tamam, buldum! O zaman ben de Hüsamettin Özkan'ın yüce divana gönderilmesini yazarım. Onun ikbal günlerine atıfta bulunarak tatsız tuzsuz ve kimsenin okuma zahmetine katlanmayacağı bir yazı kaleme alırım.. Ama o zaman da garanti bir meraklı sırf gıcıklık olsun diye o yazıyı okur ve "Kardeşim, düşmüş adama vurmaya utanmıyor musun?" der. Peki ben ne yapacağım? Ya da bu yazar nasıl kurtulur?
|