| |
Birkaç hatırlatma
Silahların eşitliği" ilkesi, çağdaş hukukun en önemli kuralları arasında yer alıyor. Özellikle "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi" organlarının geliştirdiği adil yargılanma hakkıyla ilgili ilkelerin başında, "Silahların eşitliği" sayılıyor. Bu, dar anlamda, yargılama sürecinde iddia ve savunmanın eşitliği olarak tanımlanıyor. Ancak geniş yorumuna baktığımızda, önümüzde yeni ufuklar açılıyor. Örneğin İzmir Barosu avukatlarından Güney Dinç, "Silahların eşitliği"ni bakın nasıl açıklıyor: "Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi ve ek protokoller çevresinde oluşan hukukun belirgin özelliği, kamu otoritesinin üstünlüğüne dayanan geleneksel hukuk anlayışından uzaklaşarak, bireysel hakların önem kazandığı özgürlükçü bir kamu düzenine yöneliştir. Hukukun 'baskın taraf' egemenliği yerine 'denge' anlayışını öne çıkarması, yeni ve son derece heyecan verici bir gelişmedir. Sav ve savunma arasında adil bir dengenin gerçekleştirilmesi için, 'Silahların eşitliği' kavramı, her somut olayda, uyuşmazlığın niteliğine göre değişimler göstermektedir. Örneğin yargılama sürecinde bir kamusal organdan da gelse, yargıçların kararını etkilemeyi amaçlayan her türlü görüş ve açıklama konusunda bilgilendirilip bunları yanıtlama olanağının taraflara tanınması, 'Silahların eşitliği' kapsamında değerlendirilen uygulamadır..." Böyle uzun bir alıntı yapmamızın nedeni var. Demokrasilerde "Silahların eşitliği" ilkesi sadece yargıda değil, kamu düzeninin her alanında geçerli sayılıyor. Oyunun kurallarını bozmaya, değiştirmeye, doğal mecrayı saptırmaya yönelik girişimler, rejimin özüne yönelik tehditler olarak algılanıyor. YÖK Tasarısı ile ilgili tartışmaları bu açıdan değerlendirdiğimizde, "Silahların eşitliği" ilkesinin paspas yapıldığını görüyoruz. Tartışmanın doğal aktörlerine hem içeriden, hem de dışarıdan doğal olmayan aktörlerin müdahalesiyle süreç tam anlamıyla çığırından çıkarıldı. Peki halk ne diyor? Hiç olmazsa bundan sonraki aşamalarda daha soğukkanlı ve sorumlu davranmaya çalışalım ve şu basit gerçekleri unutmayalım: Rejimin çok sağlam sübapları var. İktidarın girişimi Meclis'ten geçtikten sonra bile "tasarı" niteliğini taşıyor. Yasalaşma sürecinin tamamlanması için Cumhurbaşkanı'nın onayı gerekiyor. Cumhurbaşkanı geri çevirince, Meclis "aynen" kabul ederse Anayasa Mahkemesi yolu açık. İktidar tüm bunları aşsa bile yasa "Allah emri" değil. Demokrasilerde azınlık bir sonraki seçimde çoğunluk olabilir, oluyor. O zaman iki satırlık bir yasayla iptal edilir. Bizce bu tartışmalar demokrasimizin bir eksikliğini ortaya çıkardı: Halkın görüşüne başvurmak. Yani referandum. Bugün yalnızca Anayasa değişiklikleri referanduma götürülebiliyor. Türkiye bu yola bir kez başvurdu: Özal Hükümeti döneminde "siyasi yasakların kaldırılıp kaldırılmaması halka bırakıldı. Az farkla yasaklar kalktı. "Meclis çoğunluğu", "Millet çoğunluğu" tartışmaları yapacak yerde önemli konularda, egemenliğin ve milli iradenin asıl sahibi, meşruiyetin kaynağı halkın görüşünü sormak daha doğru olmaz mı? Bakın, Avrupa'da halkların baskısıyla AB Anayasası için peş peşe referandum kararı alınmaya başlandı. Türkiye de artık kurumsal mutabakatların sağlanmadığı konularda halkın hakemliğine başvurmayı, son sözü onun söylemesini sağlamayı ciddi olarak tartışmalı, affedersiniz düşünmeli...
|