Sıkışmış bir vatandaş olarak gazeteci
Deniz Baykal'ın medya yakınmalarını dinlerken içim bir tuhaf oluyor. Yani, görünüşte haklı sanki: Bir kısım medyanın iktidara aşırı hoşgörüsünden söz edilebilir tabii. "Bu iktidar" özelinin dışında, bir önceki dönemi düşünerek, genel olarak iktidar rehineliğinden de. Lakin, bugün ilk kez siyasete giren birisi, daha önce medya ile güç ilişkisi kurmamış birisi söylese, "saygı ile" şapka çıkartacağım bu sözler... Baykal'ın ağzından çıkınca, içim acıyor.
*** Neden derseniz; Daha uzak geçmişin ahbap çavuş ilişkileri bir yana, bize 3 Kasım seçimlerinden önceki medya trafiğini açıklayabilir mi Baykal? Ecevit iktidarından umudu kesip "İsmail Cem-Kemal Derviş-Hüsamettin Özkan" projesiyle solda, Mehmet Ali Bayar'ın sözde "makul çoğunluğu"yla da sağda siyasi sömürgeler yaratmak istediğinde bir kısım medya... Deniz Bey ne yapıyordu? Önce İş Bankası yönetimindeki CHP üyelerini değiştirerek, ortaklık ve kredi bağlantılarındaki bir kısım medyaya diş gösterdi... Ardından, Derviş'in kendisine katılmasıyla diğer mühendislik harikası suya düşünce, dişlerini Erdal İnönü liderliğinde bir alternatif çıkmaması için biledi. Büyük gazetenin manşetindeki "Erdal İnönü'nün usulsüzlükleri" haberinin canla mı, kanla mı, "tanla" mı kotarıldığını, siparişin oraya nasıl yerleştirildiğini herhalde en iyi kendisi bilir. Dolayısıyla, şimdiki yakınması bugün haklı, ama tutarlılık açısından "ne hakla, otuz beşe bakla"! Lakin, tutarsızlık madalyasını sadece Baykal'ın boynuna takarsak, haksızlık olur. Hiç ihtiyacı olmadığı halde, medya oyunuyla değil, bir kısım medyaya rağmen halkın oyuyla seçildiği halde, Tayyip Bey ve arkadaşları da nedense bu güç-kuvvet-kudret münasebetlerinin müptelası oldular! Oysa onlar, başta iktidar olmak üzere, başka iktidarlara da yapışan bir kısım medya iktidarının içinde bile yer bulabilen "namuslu iktidar eleştirileri" sayesinde de nefes alabilmişlerdi... Dolayısıyla, "eleştiri"nin, "çatlak ses"in, doğru oldukça ve hakarete uzanmadıkça, bir demokrasi için hayati önemini kavramış olmaları gerekirdi. Galiba öyle değil! Belki, bugünleri görmeden önce maruz kaldıkları yaylım ateşin de etkisiyle, "medya korkusu" içlerinde yer etti ve en iyi ilaç olarak da akıllarına "medyanın korkusu"ndan başka şey gelmedi. İyi de, bu "akıl" değil; vicdan hiç değil. Bu tür bir korku-tehdit dengesi ile al gülüm ver gülüm ittifakı, halka dayanması gereken partilerin de, halkın sesi olması gereken gazeteciliğin de, halkın da hiç hayrına değil. "Dehşet diyalektiği" gösterir ki, "cellat" da "kurban" tarafından rehin alınır genellikle. Bir insan olarak, insan olmaktan çıkar. Güç ve korku, onun sahibini ve kaynağını da içine alır. Başka bir şey haline getirir.
*** Bütün bunlardan sonra, başlıktaki ifadeyi uzun uzun açmam gerekir mi? Bu tür kudret dengeleri arasında, birey gazeteci; vicdana, adalete, meslek haysiyetine dayanmayan bir terazinin kefelerine sıkışmış ve her an safra muamelesi görecek biri haline gelir. Keşke vakit bulup ve tevazu göstererek, Tayyip Bey, Tansu Hanım'dan, Bülent, Mesut, Hüsamettin, Devlet beylerden hatırat dinleyebilse. Görecektir ki, güçlü iken medyayı kendilerine "narsist aynası" kılmak isteyenler, bu uğurda kendilerini "bir kısım medyanın patronu, yönetmeni" sananlar, kendi kuyularını da, memleketin çukurunu da derin kazmışlardır. "Eleştiriye tahammülsüzlük" üstüne inşa edilen güç dengesi kaygandır; rüzgar döndü mü, fırıldak da döner. Yatırımını fırıldaklık üstüne yapanın da başı döner! Önce tatlı bir uyuşukluk, sonra mide bulantısı!
|