kapat
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
Okur Temsilcisi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
21 Ekim 2008, Salı
Sabah
 
Haberler Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Çocuk Kulübü Çizerler
Sabah Günaydın Cuma Cumartesi Pazar
 
24 Saat
24 Saat
ERDAL ŞAFAK

İki günün fotoğrafı

Dün Güneydoğu'nun birçok il ve ilçesindeki kepenk kapatma eylemleri, önceki gün de Güneydoğu'nun yanı sıra Türkiye'nin en batıdaki kentlerinde bile düzenlenen protesto gösterileri bizi ürküttü.
Önümüzdeki fotoğrafa iyi bakmak zorundayız.
Güneydoğu'daki kepenk eylemine yoğun katılım PKK'nın bölgedeki gücünü en azından koruduğunu ortaya koyuyor.
Türkiye'nin birçok kentinde Öcalan için düzenlenen protesto gösterilerinde DTP'lilerin başı çekmelerinin ise tek anlamı var: Bugüne kadar "Öcalan konusunda başımızı kuma gömemeyiz" diyen, bu yaklaşımını Anayasa Mahkemesi'ndeki savunmalarında da tekrarlayan DTP yönetimi İmralı ile aralarındaki gri bölgeyi de ortadan kaldırdı. Öcalan onlar için DTP'nin gerçek ya da doğal lideri. Ve diyalog için asıl muhatap. Böylece ortak tabana sahip örgüt ile partinin bütünleşmesi süreci tamamlanmış oldu.
Bunları kınamak, hatta eleştirmek için yazmıyoruz, sadece gerçekleri yerlerine oturtmayı amaçlıyoruz. Çünkü önümüzdeki dönem için bir yol haritasına ihtiyaç duyulacaksa, gerçekleri görmezlikten gelerek yapılacak hazırlığın hiçbir başarı şansı olamaz. Tıpkı bugüne kadar yapılan onca çalışmanın zerrece sonuç vermemesi gibi.

Tasada ve kıvançta ortaklık
Türkiye artık bir şeyi kabul etmek, hatta yüzleşmek zorunda:
- PKK bölücü terörüyle mücadele ile Kürt sorunu ayrı konular. Ama ikisini ayırmayı bugüne kadar ne yazık ki başaramadık.
- Terörle mücadele birçok cephede (Askeri, ekonomik, sosyal, diplomatik) kökü kurutuluncaya kadar sürdürülecek.
- Ama Kürt sorununun çözümünün tek cephesi var: Siyaset. Daha açıkçası, ortak siyasi irade. Ortak çözüm iradesi. Bizim, hepimizin, tasada ve kıvançta ortaklığın gereğini yerine getirmemiz zamanı geldi. Aksi halde birbirinden tehlikeli seçeneklerle karşı karşıya kalabiliriz: Türk-Kürt ayrışması veya meşruiyetini başka hukuklardan alan çözümlerin dayatılması gibi. İş o noktaya gelmek üzere.
Gelin, tüm siyasi partiler, sivil toplum örgütleri ve "Türk halkı" olarak hepimiz önce asgari müştereklerde uzlaşalım:
Kürt sorununa demokratik yollardan, Meclis çatısı altında ve diyalogla çözüm aranacak.
Çözüm Türkiye'nin üniter yapısına, laik Cumhuriyet'e, hukuk devletine dayanacak. Yani "Yerli plan" olacak. Herhangi bir emsalden esinlenmeyecek. Elbette BM İnsan Hakları Şartı'na, Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi'ne, AB ilkeleri ve müktesebatına da uyumu gözetilecek.
Bu ortak iradeyi gösterirsek ve çözümün çerçevesinde uzlaşırsak, gerisini getirmek için sadece tek şeye ihtiyaç olacak: Siyasal cesaret. Kararlılık.

Artık
çözüm zamanı
Gelin, korkularımızı yenelim: Türk halkının ezici çoğunluğunun en az 25 yıllık özlemi olan yeni ve çağdaş anayasayı hep birlikte inşa edelim. Vatandaşlığı tüm alt kimlikleri kucaklayacak biçimde tanımlayalım. Siyasi partiler ve seçim yasalarını yenileyelim. Seçim barajını hiç değilse Avrupa ortalamasına indirelim. "Eğitimin tekliği" ilkesini zedelemeden farklı dillerde eğitime Avrupa'da olduğu gibi devlet desteği sağlayalım. Bu arada İmralı'daki koşulları evrensel kurallara uyumlu duruma getirelim. Hatta şeffaflaştıralım, denetime açalım.
Bu adımların hiçbiri Türkiye'yi bölmez. Ama bu adımları atmazsak, işte o zaman Türkiye öyle bir tehlikeyle karşı karşıya kalabilir. Ya da DTP'lilerin ifadesiyle, "Ortak yaşama arzusu" çetin bir sınavdan geçebilir.
Gelin, çağımızı doğru okuyalım: Küreselleşme süreci ne yazık ki, küresel insanı yaratamadı. (Üstelik büyük finansal krizin küreselleşmeyi ne yönde etkileyeceği de kestirilemiyor. Kimilerine, örneğin ünlü yatırımcı George Soros'a göre, "Kriz küreselleşmenin sonunu getirecek.") Dünya ne kadar süreceği, nereye kadar gideceği bilinmeyen "Mikro milliyetçiliğin canlanması" döneminden geçiyor. Kimlik, dil ve kültür, bireylerin ve toplumların kendilerini tanımlamalarının ve ifade etmelerinin başlıca kriterleri haline geldi.
Bu küresel akım büyükküçük tüm etnik grupları etkiliyor, girdabına çekiyor. Talepler giderek daha güçlü biçimde seslendiriliyor ve daha çok dış destek buluyor. Devletler bu soruna demokrasi içinde "Farklılıkları tanıyan" bir çözüm bulamadıkları zaman, kanlı seçenekler gündeme geliyor. Ve sonuçta ya talepler güç kullanılarak bastırılıyor (Nereye kadar?) ya da ipler kopuyor. Son yıllarda yakın çevremizde o kadar çok örnek ortaya çıktı ki...
Gelin, geç kalmayalım...