kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 20 Mart 2008, Perşembe
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
MAHMUT ÖVÜR

Siyasetçilerin hepsi mağdur ama...

AK Parti'nin kapatılma girişimini Deniz Baykal "hukukun gereği" olarak nitelerken bir zamanlar genel sekreterliğini yapan Kültür Bakanı Ertuğrul Günay "Ergenekon soruşturması"yla ilişkilendiriyor. Aradaki fark inanılmaz...
Türkiye'nin son 50 yılda yaşadığı derin ayrışmanın bir sonucu bu.
Buna sadece saf bir "hukuk mücadelesi" denebilir mi? Denmeyeceğini herkes biliyor.
Peki, nedir Türkiye'de yaşanan kavga?
Bu kavganın ne olduğunu parti kapatmalarla mağdur olmuş bir aileden gelen Mehmet Ali Bayar şöyle anlatıyor:
"150 yıllık bir kavga bu. Türkiye tepeden aşağı kuruldu ve öyle idare ediliyor. Sonra Demokrat Parti ile milleti, devletin ve cumhuriyetin sahibi haline getirmek projesi yürütüldü. Ama 27 Mayıs ihtilali bunu kesintiye uğrattı. Ondan sonra da cumhuriyetin altına milleti bir daha zor koyduk. Kavga bu."
Bu kavganın mağdurları arasında Cumhuriyet'i kuran kadrolardan gelen Celal Bayar da, CHP Parti Müfettişi olan Adnan Menderes de, onların devamı olan ve daha sonra cumhurbaşkanlığı yapan Süleyman Demirel de vardı.
Yetmedi... 12 Eylül askeri darbesi de "mağdur" sayısını hayli artırdı.
CHP'nin o günkü ve bugünkü genel başkanları Bülent Ecevit ve Deniz Baykal da, MHP Genel Başkanı Alpaslan Türkeş de, Necmettin Erbakan da vardı.
Dahası bu kavgada siyasetin her kesimi payına düşeni fazlasıyla aldı.
Sol, sağ, İslami ve Kürt hareketlerde siyaset yapan on binlerce insan mağdur oldu, hayatlarını kaybetti.
Kısaca çok partili döneme geçtiğimiz 1950'den beri Türkiye'de siyaset yapıp da mağdur olmayan siyasi hareket kalmadı.
Ama ne yazık ki, tüm bu mağduriyetlere rağmen ortak bir demokrasi kültürü de yaratılmadı.
Siyaseti güvence altına alabilecek hukuki altyapı sağlam temellere bağlanamadı.
İlginçtir, bir önce mağdur olanla bir sonra mağdur olan arasında ortak payda gelişeceğine, karşıt kamplara ayrılarak düşmanlıklar arttı.
27 Mayıs solu da yanına alarak merkez sağa darbe indirdi.
12 Mart önce sol gösterip sonra sağ vurdu ve bir biçimde 27 Mayıs'ın rövanşını alıp sağı rahatlattı.
12 Eylül, Cumhuriyet tarihinin en kapsamlı darbesiydi ve herkesi ezip geçti. Ama sırtını "yeşil kuşak" projesine dayayıp ana eksende solu budadı.
Sonra 28 Şubat süreci geldi. Bu kez laiklik ekseninde "şeriata" karşı bir duruş vardı. Yine toplum kamplara ayrıldı. Solun bir kısmı da darbecilerin yanındaydı.

Sürekli siyasi kavga!
Bütün bu süreçler yaşanırken toplumun sivil siyasi kadroları arasında demokrasi ekseninde dayanışma değil, siyasi kavga vardı.
Bunun adı eskiden sağ-soldu...
Sonra Ulusalcı-Küreselci oldu.
Tüm bu kavgalar sürerken laik-İslamcı, Türk-Kürt, Alevi-Sünni meselesi hep gündemde tutuldu. Hiçbir sivil iktidar bu sorunları çözmek için proje üretmedi, daha doğrusu üretemedi. Üretmeye kalktığında da başına gelmeyen kalmadı.
Siyasi iktidarlar da, toplum da hep "bölünme" ve "şeriat" tehlikesiyle korkutuldu. Hala o korku sürüyor. AK Parti'yi kapatma girişimi de bu "korku"nun son versiyonu.
Geçen gün DTP Grup Başkanı Ahmet Türk, grup toplantısında Karl Marx'ın o ünlü sözünü hatırlattı:
"Tarih bir kere tekerrür ederse trajedi, ikinci kere tekerrür ederse komedi olur."
Bizde bir değil, 6 kere gidip 7 kere dönen siyasetçi var.
Hadi bizim bürokratik elitler tarihten ders çıkarmıyor, peki sivil siyasetçiler neden çıkarmıyor?
En azından M. Ali Bayar'ın dile getirdiği şu adımlar atılsaydı sonuç aynı mı olurdu?
"Eğer AKP, 22 Temmuz'dan sonra başladığı Anayasa reformunu düzgün götürebilseydi ve özellikle Siyasi Partiler Kanunu'nu demokratikleştirseydi, yeniden 30'ları 60'ları anımsatan bugünkü adımla karşı karşıya kalmayacaktık. Bence AKP yüzde 47'nin anlamını iyi tartamadı."