kapat
30.12.2001
 SON DAKİKA
 EDİTÖR
 YAZARLAR
 HABER İNDEKS
banner
 EKONOMİ
 FİNANS
 MARKET
 TÜRKİYE
 DÜNYA
 POLİTİKA
 SPOR
 GALOP
 MAGAZİN
 SAĞLIK
 KAMPÜS
 İSTANBUL
 NET YORUM
 HYDEPARK
 ANKETLER
 ŞAMDAN
 GOOOOL
 DİYET
 TATLILAR
 SAMANYOLU
 CİNSELLİK
 TELE ŞAMDAN
 PAZAR SABAH
 MELODİ
 ASTROLOJİ
 SARI SAYFA
 METEO
 TRAFİK
 ŞANS&OYUN
 ACİL TEL
 KÜNYE
 WEB REKLAM
 ARŞİV
 

Krizi hoyratlığı yarattı

Türkiye, 6 ay BDDK'nın başında kalan Zekeriya Temizel'in bankacılık sistemine yönelik hoyrat ve sert tutumunun bedelini çok ağır ödedi
Kasım 2000 krizinin fırtınalı günleri. TÜSİAD her yıl olduğu gibi Yüksek İstişare Kurulu toplantısı öncesi Ankara'da bir resepsiyon veriyor. Siyasi parti temsilcileri, bürokratlar, işadamları, gazeteciler krizi konuşuyor. Günün adamı BDDK Başkanı Zekeriya Temizel. Gazeteciler etrafını sarmış, soru üzerine soru soruyorlar. Genç bir gazeteci kritik soruyu patlatıyor:

"Maliye Bakanlığınız sırasında yaptığınız vergi reformunun ardından kriz çıktı. Yeni görevinizde bankacılık operasyonlarından sonra da benzer şeyler oldu. Nasıl değerlendiriyorsunuz?"

Temizel önce gülüyor, sonra cevabı veriyor:

"Bu benim kaderim herhalde. Önümüzde çok ciddi bir stok sorun bulduk. Onları çözmeye çalışmaktan asıl çizmemiz gereken stratejiye vakit ayıramıyoruz. Bu işler İngiltere'de bile 2 yılda çözüme kavuşmuş."

KRİZİN TETİKÇİSİ KİM?
Bu sözlerin üzerinden 3 ay bile geçmeden Şubat krizi patlıyor ve Türkiye Kasım krizini mumla arıyor... Önce sert bir devalüasyon, ardından savaş yıllarını bile aratan ekonomik küçülme, inen kepenkler, işlerini kaybeden milyonlar, batan onlarca banka, öfkeli sokaklar...

Bugün gelinen noktada, söylediğinin aksine krizlerin "Temizel'in kaderi" değil aksine ta kendisinin olduğu ortaya çıkıyor. Çünkü Türkiye çözümü artık Temizel'in "hoyrat" yöntemleriyle değil, akılcı, yapıcı yöntemlerle aramaya başlıyor. Artık bankacılık suçları DGM'lerde değil, Ağır Ceza mahkemelerinde görülüyor, artık kriz nedeniyle zora düşen bankalara el konulmuyor, devlet yardımı yapılması için yasa tasarıları hazırlanıyor. Türkiye 2000 yılı ortalarında Zekeriya Temizel'in yapması gerekip de direndiği yöntemi şimdilerde devreye sokuyor.

Şimdi kritik soru şu: Temizel olmasaydı Türkiye bu krizi yaşar mıydı?

BÜYÜK FIRSAT YAKALANMIŞTI
Sorunun cevabı biraz uzun, daha doğrusu yazının konusu da bu zaten.

Önce 2000 yılının ortalarına dönelim. Türkiye, çok ciddi bir istikrar programını başarıyla yürütüyor. Maliye politikaları tavizsiz uygulanıyor, IMF'nin öncelikli kriteri olan faiz dışı bütçe fazlasında hedefler aşılmış durumda. Enflasyon hedefin biraz üzerinde kalsa bile yüzde 50'nin altında ve düşmeye devam ediyor. Hepsinden önemlisi iç borçlanma faizleri yüzde 32'ye kadar gerilemiş durumda. Düşünebiliyor musunuz, iç borç faizi enflasyondan daha düşük. Yani Türkiye, tarihinde ilk kez gelecekte yakalayacağı bir başarıyı o gün yakalamış durumda. Bankacılık sektörü, enflasyonun kalıcı bir biçimde düşeceğine inanıp, milyarlarca dolarlık Hazine bonosu ve Devlet tahvili satın almış. Hazine'nin yaptığı hesaba göre 2001 yılı iç borç faiz ödemelerindeki tasarruf yaklaşık 17 milyar dolar. Milli gelirin 200 milyar dolar olduğu hesap edilirse, milli gelirin tam yüzde 8.5'i kadar bir tasarruf söz konusu. 2001 yılına bu trend ile dönülebilse Türkiye önündeki en büyük engeli aşacak.

Ekonomideki en büyük sancı ise bankacılık sektörü. Düşen faizler, kendini bu yeni ortama uyduramayan bankaları zorluyor. IMF'nin de isteğiyle hükümet sektörün tüm iplerini Hazine ve Merkez Bankası'ndan alıp, Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu'na veriyor. Kurul özerk, yani siyasi etkilerin dışında. Zaten olması gereken de bu. Kurul'un başına da Zekeriya Temizel getiriliyor. Bu seçim daha ilk günden tartışılmaya başlıyor. Çünkü Temizel Maliye kökenli, bankacılık konusunda hiç bir deneyimi yok. Ayrıca, "mali milat" ve "faize vergi" konusundaki ısrarlı tutumu ve hemen ardından çıkan krizler nedeniyle para piyasalarının deyimiyle "sabıkalı" bir isim.

Temizel 31 Ağustos 2000'de göreve başlıyor. Ortada BDDK'nin doğru dürüşt bir personeli bile yok. Hazine'den BDDK'ya devredilen personel de özlük hakları konusunda sıkıntıda. Yani Kurum, sektörün fotoğrafını çekebilecek durumda bile değil.

EYLEM PLANI BİLE YOKTU
Ama Temizel, yazının başında kendi ağzından aktarıldığı gibi "daha stratejiyi bile çizmeden" icraata başlıyor. Göreve geldikten henüz iki ay kadar sonra 27 Ekim Cuma akşamı saat tam 18.00'de Türk bankacılık sektörü ilk Temizel şokunu yaşıyor: BDDK, Etibank ve Bank Kapital'e el koydu.

Dönemin Hazine Müsteşarı Selçuk Demiralp'in bile "Ben de televizyondan öğrendim" dediği bu karar bankacılık sektöründe yaşanan tedirginliği had safhaya çıkartıyor.

İlk hoyrat kararın etkisi piyasalarda hemen hissediliyor. Yüzde 25'ler civarında dolaşan gecelik faizler yüzde 70-100 aralığına doğru yükseliyor. Ortalama yüzde 35-40 faizle milyarlarca dolarlık iç borçlanma senedinin büyük bölümünü gecelik borçlanma piyasasından finanse eden bankalar her gün büyük zararlar yazmaya başlıyorlar. Paralar "hortumlanmıyor", "uçup gidiyor".

Gerginlik, "birkaç bankaya daha el konacak" söylentisiyle iyice artıyor. Sektörde hiç bir banka önünü göremiyor. Likiditeye sahip olan bankalar "ya el konulursa" korkusuyla para arayan bankalara ret cevabı veriyor. Ve Kasım ortasında ipler kopuyor. Portföyünde yaklaşık 7 milyar dolarlık kağıt bulunan, iç borçlanma piyasasının en büyük oyuncusu Demirbank faizlerin yüzde 7 binlere fırlamasıyla kendini ateşin içinde buluyor. O günlerde Demirbank'a likidite sağlanması veya Hazine'nin bir geri alım ihalesi düzenleyerek Demirbank gibi yüklü bono portföyü olan bankaların risklerinin azaltılması gündeme geliyor. Bu yöntemle Hazine'nin de düşük fiyatlarla geri alım yaparak borçlarını azaltabileceği konuşuluyor. Sonunda bir geri alım ihalesi açılıyor, ama kapsamı çok dar tutulduğu için ne bankalara ne de devlete bir faydası olmuyor. Ardından ikinci şok: BDDK Demirbank'a el koyuyor. Dönemin bir üst düzey bürokratı özel bir sohbet sırasında "Demirbank'a neden yardım etmediniz" sorusuna "Yardım etseydik de, bizim Üstad ile Savcı bizi de mi kelepçeleyip DGM'ye yollasaydı" cevabını veriyor. Üstad diye tanımladığı Zekeriya Temizel (Maliyeciler birbirlerine Üstad diye hitap ederler), Savcı ise merkezi İstanbul'da bulunan Egebank'a ilişkin operasyonu Ankara'da başlatan Nuh Mete Yüksel.

Bürokratın "Bizi de mi kelepçeleyip DGM'ye yollasaydı" sözleri o dönemdeki cadı avı histerisini dramatik biçimde ortaya koyuyor. Bu olaydan aylar sonra Hazine eski Müsteşarı Mahfi Eğilmez'in Radikal gazetesindeki bir yazısında "Demirbank'a 200 milyon dolar likidite sağlansaydı, batmazdı" şeklindeki tespiti de, o dönemde "DGM korkusu yüzünden yaşanan çaresizliği" anlatıyor.

Kasım krizi IMF'nin ek desteğiyle atlatılmış. Ama bankacılık sektöründe hasar oldukça büyük. Astronomik faizler, sektörün 8 milyar dolarlık özkaynaklarını eritmiş durumda. Yüksek seyreden faizler nedeniyle her gün zarar yazılmaya devam ediliyor. Ayrıca piyasa durduğu için ticari kredilerin geri dönme riski de çok yüksek. Eriyen özkaynaklar nedeniyle bankalar yavaş yavaş mevduatları, yani halkın paralarını yemeye başlamak zorundalar.

Sektör çare ararken, her toplantıda Ankara'ya "çare çağrısı" yapılırken, Temizel Ankara Atatürk Bulvarı üzerindeki eski İş Bankası Genel Müdürlüğü'nde bulunan ofisinde kendisini ziyaret edenlere bu işi ne kadar çok bildiğini anlatıyor:

"Daha 3 aydır bu koltuktayım ama bankacılığı A'dan Z'ye öğrendim. 20 yıllık bankacıları bile cebimden çıkartırım. Bakın bu işte 4 risk var. Kur riski, faiz riski, kredi riski bir de yönetim riski. Yönetim riski dediğim mesela bir banka mevduatı artırmak için reklam yapıp, olumsuz etkilenebiliyor."

BEN BİLİRİM TAVRI KRİZ YARATTI
Temizel'in "öğrendim" dediği, kur, faiz ve kredi riski aslında mesleğe yeni başlayan her bankacının ilk öğrendiği riskler. Yönetim riski deyip, verdiği mevduat reklamı örneği ise bugün bile hala esrarını koruyor! Tahminlere göre Temizel'in kastettiği Egebank'ın "Adana'nın nesi meşhur" benzeri sloganlı kampanyası. Temizel, kampanyayla ilgili bir Egebank yöneticisinin "30 milyon dolar harcayıp 150 milyon dolar mevduat topladık" demecinin, aslında "Her 100 dolarlık yeni mevduatta 20 dolar reklam harcaması var, bir de faizi eklerseniz, bu maliyetle banka batar" anlamına geldiğini Egebank Fon'a devrolduktan tam 1 yıl sonra anlayabilmiş.

Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Ertuğrul Özkök'ün 7 Aralık 2000 tarihli yazısı da Temizel'in bankacılık ve para piyasaları konusundaki bilgisini! belgeliyor.

ÖZKÖK'E ANLATTIKLARI
Özkök'ün yazısından aktarıyorum:

"Bankacılık sisteminin başındaki insandan bu krizin ilginç teşhisini dinliyoruz. Kriz iki aşamada tetiklenmiş. "Her şey Amerika merkezli iki hacker fund'un bir milyar dolar çekmesi ile başladı" diyor. "Hacker" kelimesi, sitelere saldıran internet korsanları için kullanılan bir kelime. ABD'de hacker fund denilen bazı korsan fonlar varmış.

Korsanlıkları da, bazı piyasalara günü birlik girip çıkarak spekülatif kazançlar sağlıyorlarmış. Yaptıkları iş belki kanun dışı değil, ama piyasaları etkiliyormuş..."

Temizel aslında Özkök'e "hedge fund" demek istiyor ama para piyasaları konusunda hiçbir bilgisi olmadığı için duyduğu bu yeni terimi "hacker fund" diye anlayıp öyle aktarıyor. Oysa kastettiği en ünlüleri George Soros'un Quantum Fonları kapsamında olan hedge fund'lar. Hani, İngiliz Sterlini'ni ve Güney Asya krizinde sarsılan ülkelerin para birimlerini bir anda tepetaklak eden fonlar. Maalesef, o dönemde aktif toplamı 120 milyar dolar olan Türk bankacılık sektörünün "patronu" hedge fund'lardan bile bihaber.

Ocak ayı ortaları. Bankacılık sektörü hala kan ağlıyor. Temizel ise Bankalar Yasası'ndan rahatsız. Ofisinde anlatıyor:

"Bu yasa eksik. Eskiden 64'üncü madde kapsamında bankaları Fon'a devretme kararı almak zorunda kalmadan önce, belli yöntemlerle denetleyebiliyordunuz. Şimdi ise bu imkan yok. Yumurta masadan kayarken bize durdurma hakkı yok. Ancak masadan yere doğru düşerken, biz havada yakalamak zorunda kalıyoruz."

İşin başında "strateji çizmeye bile vaktimiz yok" diyen Temizel, yasadan şikayet ederken, bir yasa değişikliği için çaba dahi göstermiyor.

Yine o histeri dolu aylardan bir başka anekdot. Temizel'in çalışma odasındaki konuklardan birinin dikkatini duvardaki tablolar çekiyor. İki tablo var. Birinde, bir gemi fırtınalar arasında batmak üzere. Diğerinde ise oldukça dalgalı bir denizde zorlukla yol alan bir başka gemi. "Temizel, bunları nereden buldunuz" sorusuna yine gülerek cevap veriyor: "TASİŞ'ten aldık." Yani Maliye Bakanlığı'nın hacizli eşyaları satışa çıkarttığı kurumdan. Düşünsenize, zordaki bankasını kurtarmak için Temizel'in odasında çare arayan banka sahiplerinin bu tablolar altındaki durumunu....

BATAN GEMİLER DUVAR SÜSÜ
Sonra Şubat krizi patlıyor. Anlatması ve yaşanması zor müthiş bir kaos. Fırtınadan sonra teşhis konuyor. Bu bir bankacılık krizidir. Kriz Türkiye'den ilk kez böyle tanımlanıyor. 1950'lerden beri defalarca krize giren Türkiye'den ilk kez bu kadar büyük bir bunalım bankacılık sektörü yüzünden ortaya çıkıyor. Ve İstanbul'da yani Türkiye ekonomisinin kalbinde krizin teşhisi konuluyor:

"Temizel, 5-6 yılda yapılacak işi 6 ayda yapmaya kalkınca bankacılık sektörünü batma noktasına getirdi. Bir hastanede bir kaç AIDS'li hasta vardı. Onların kanlarını tahlil ederken tüpleri kırdı ve hastanedeki tüm hastalara AIDS bulaştı. Rehabilite edilmesi gereken birkaç banka varken, Temizel'in hoyratlığıyla tüm sektör zora girdi. Her banka sahibini kelepçeleyip DGM'ye yollarsan, o bankadan kredi alan işadamlarını sanık ya da tanık diye DGM'ye çıkartırsan, Türkiye'deki her ilin savcısına bankalar off-shore mevduat topluyor diye suç duyurusu yaparsan ve hepsinden önemlisi özerk bir kurumu krallık diye yönetmeye kalkarsan olacağı bu işte..."

Bu teşhisin yüzde 100 doğru olduğuna pekçok kişi inanıyordu. Çünkü Türkiye o sıralarda pekçok muteber işadamının DGM'deki görüntülerini konuşuyordu. Hatta daha sonra kriz nedeniyle Fon'a devredilecek olan İktisat Bankası'nın sahibi Erol Aksoy'un adı 1.400 dolarlık bir kredi ilişkisi nedeniyle Sümerbank dosyasında geçiyordu. Yani sokaktaki her üç kişiden birinin kredi kartı borcu kadar bir borç nedeniyle bir işadamının adı lekeleniyordu.

ENKAZ BIRAKARAK GİTTİ
Sonra kurtarıcı bulundu. Kemal Derviş. Derviş Ecevit'in Özal'ı oldu. Büyük yetkilerle donatıldı. Hatta SABAH Derviş için "Ecevit'in Özal'ı" manşetini kullandı. Türkiye'de herkes Derviş'i sevmişti. Temizel hariç. "BDDK'nın Derviş'e bağlanmasını içime sindiremem" deyip istifasını verdi. Daha BDDK'nın stratejisini bile çizmemişti. Göreve geldiğinde sorunlu ama çalışan bir bankacılık sistemi vardı. Ayrıldığında ise geride bir enkaz bıraktı. Bankaları yabancılarla evlenmeye teşvik edeceğine, budamaya kalktı. Ondan önce milyar dolarlık rakamlarla yabancı müşteri bulan bankalar, ondan sonra bedavaya gitti. Örnek mi Demirbank. Kriz öncesi HSBC ile 1.2 milyar dolar mertebesinde pazarlık yapıyordu. Krizden sonra 350 milyon dolara gitti. Hem de zararından arındırılarak. Yani çöpsüz üzüm misali.

Aslında Temizel kafasını anlatmak için uzun söze gerek yok. İşte istifasından sonra 12 Mayıs'ta yaptığı bir açıklamadan bir paragraflık bir alıntı:

"Türkiye şu anda piyasa ekonomisi, parasal politikalar ve sermaye hareketlerinin serbestisi sayesinde kalkınma düşünün sonuna geldi. Bu, birkaç yılın değil 20 yıldan fazla olan bir sürenin sonunda oldu. Türkiye'nin bu düşü IMF'yle beraber iflas etti."

SERBEST PİYASAYA HİÇ İNANMADI
Ve bugün. Türkiye, Temizel döneminin yarattığı hasarı silmeye çalışıyor. Kullanılan yöntem Temizel döneminin tam tersi. Devlet artık bankalara el koymak yerine, bankalara para koymaya karar veriyor. Ve Türkiye'yi krizden çekip çıkartmak üzere olan Kemal Derviş, yasa tasarının görüşüldüğü Meclis komisyonunda "Keşke bunu çok daha önce yapsaydık" diyor. Çünkü, bankalardaki paranın banka sahiplerinin değil, hesap sahibi vatandaşların olduğunu biliyor. Ege Cansen'in dünkü Hürriyet'te yazdığı gibi Temizel'in söyleminin tam aksine bankalarda oluşan 17 milyar doların tamamının "hortum" değil zarar olduğunu, aslolanın hırsız peşine düşmek değil bu zarara yol açan sebeplerin ortadan kaldırılması gerektiğini biliyor.

Ve yine bugün. Tarihin en ağır krizi nedeniyle Türkiye'nin toplam milli geliri 150 milyar dolar seviyesine iniyor. Yine krizle geçen 1994 yılı seviyesine. Temizel'in hoyratlığıyla 65 milyon insan tam 7 yılını kaybediyor.

Şimdi son soru: Arjantin'ne "ülkeyi batırdı" diye eski Devlet Başkanı Fernando de la Rua'nın yargılanması sözkonusu. Acaba Türkiye'de kim yargılanmalı?

YARIN:
Mali milat uygulaması sermayeyi neden ürküttü ve paralar yurtdışına kaçtı

Yavuz SEMERCİ



<< Geri dön Yazıcıya yolla Favorilere Ekle Ana Sayfa Yap
PARLAMENTO
DSP   130
MHP   127
ANAP   79
DYP   84
AKP   53
SP   48
BAĞIMSIZ   19
BOŞ   10
TOPLAM   550

Copyright © 2001, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş. - Tüm hakları saklıdır