Geçtiğimiz günlerde bir gazeteci arkadaş, sohbet sırasında,
"Bir gazetenin yazı işleri kurmay heyetidir. Genel yayın yönetmeni ise komutandır," demişti. "Lafın gelişi" söylenmiş bir söz. "Laf ola beri gele," de diyebilirsiniz. Ancak, Genelkurmay Başkanı'nın brifingine katılan gazetecilerin çocuksu telaşı, kimilerinin ayağa kalkışı, bu lafın 'gelişi gibi 'gidişi' olduğunu da gösterdi. Yani bu cümle
'öylesine' söylenmiş değil. Her sözün bir de 'perde arkası' var anlayacağınız. George Steiner diye bir zatı muhterem var. 20. yüzyılın ikinci yarısının edebiyat eleştirmenlerinden. Türkçe'ye çevrilmiş kitapları da var.
Mavi Sakalın Şatosu da bunlardan biri. Bu arkadaş, bu durumu, yani sözün bir de perde arkası olduğunu çok güzel anlatır. İnsanın konuşmasının söylediğinden çok daha fazla şeyi gizlediğini, tanımladığından çok daha fazla şeyi muğlaklaştırdığını, ilişkilendirdiğinden çok daha fazla şeyi birbirinden kopardığını söyler. Anlayacağınız medya-kışla benzetmesi söylediğinden çok daha fazlasını gizliyor.
'Öylesine' söylenen o cümle aslında,
Türkiye'de gazeteciasker ilişkisinin içler acısı halinin 'masum' ifadesi.
ABESLE İŞTİGAL BİR BENZETME Kardeşim, gazeteyi niçin orduya benzetiyorsun? Fabrikaya benzet, okula benzet. Kendini niçin kurmaya benzetiyorsun? Hiçbir şey yapamıyorsan çayıra çimene benzet, börtü boceğe benzet değil mi? Bakın! Medyanın yapısını tartışmıyorum. Tek tek gazetecileri tartışıyorum. Koşa koşa apolet takanları biliyoruz, ama daha tehlikelisi farkında olmadan bu güç sevgisinin beynimize nüfuz etmesi. Devlet sözcüğünün 'd'sini, polis sözcüğünün 'p'sini büyük yazan muhabirler var. Bir general görünce de elimiz ayağımız titriyor. Kutsadığı babasına saygı duya duya körleşen, akıl tutulmasına uğrayan veya aklını nadasa bırakan ergenlere dönüyoruz. Nietzsche'yi izleyerek söylersek,
"kelimeler, çoğu zaman olağandışını olağanlaştırıyor." Gazeteyi ordu yapısına benzetmekte asker-medya ilişkisindeki tuhaf durumu olağanlaştırıyor. Sonuçta bir gazetenin kışlaya, orduya benzemesinin 'olağanlaştığı' ortamda; Genelkurmay Başkanı'nın karşısında ayağa kalkmak da 'olağanlaşıyor.' Efendim, "Davete icabet eden insanlar olarak nezaket gösterdik," denebilir. Ben de "Külahıma anlatın," derim. Çünkü sıradan bir vatandaş karşısında öğreten adam pozuna bürünüp, "Dikkat" komutuyla ayağa kalkmayı nezaket olarak sunmak, en hafifinden vatandaşa karşı nezaketsizlik olur. Nezaket sözcüğü,
'tanımladığından çok daha fazla şeyi muğlaklaştırmaya,' başlar. Uzağa gitmeye hiç gerek yok. 28 Şubat post-modern darbesi en yakın örneklerden. O günlerde medyanın nasıl hazırola geçtiğini, sağır sultan bile biliyor. Lafı uzatmayalım. Dinç Bilgin'in, yıllar sonra o günleri anlatan sözleri durumun vehametini özetliyor: "28 Şubat'ta her şey zıvanadan çıktı. Söylenmemesi gereken şeyleri söyledik, yapılmaması gereken şeyleri yaptık. O devirde bir psikolojik harp vardı. Devletin bazı kademelerinde uzman kişilerce bir plan hazırlanıyor ve uygulama devreye sokuluyordu. Birileri bildirileri size uçuruyor ve yayınlamanızı istiyor. Siz de yayınlamak zorunda kalıyorsunuz. O dönemde her gazetenin askerle teması vardı. İlk önce Ankara büroları devşiriliyordu. Onlar da merkez mutfağı etkiliyorlardı." Ne yazık ki
Türkiye'de medya, hiçbir zaman kendini toplumun bir parçası olarak görmedi, hep devletin bir parçası olarak gördü. Neredeyse kendini orduyla özdeşleştirdi. Sevgili Ragıp Duran 'apoletli medya' tanımlamasını boşuna yapmadı. Bazı kırılmalara ve kopuşlara rağmen ne yazık ki bu düşünce yapısı devam ediyor. Sayın Başbuğ'un konuşmasına yönelik güzellemeler, rütbe görünce huşu içinde kendinden geçen bu ruh halinin bir başka göstergesi. Konuşmayı ben de önemsiyorum ama asıl sorunumuz şu: Askerin demokratik bir toplumdaki yeri nedir? Demokratik toplumlarda ise bunun yanıtı çok ama çok açık. Askerin yeri kışladır. Asker bir yaşam biçimi dikte etmez. Toplum mühendisliği yapmaz. Biz bir çuval keçiboynuzu yiyip, tat almaya çalışıyoruz. Kırmızı çizgilerin biraz gevşemiş olmasından büyük mutluluk duyuyoruz. Akşam eve geliş saati babası tarafından iki saat uzatılmış çocuklar gibi şeniz. Madem felsefeyi seviyoruz biraz zorlayarak söyleyeyim ortada akıl çağının gerçek kurucusu kabul edilen John Locke'un sözünü ettiği "Tabula Rasa" yok. Zihnimiz kırmızı çizgilerle dolu.
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir.
Ayrıntılar için lütfen
tıklayın
Yayın tarihi: 19 Nisan 2009, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2009/04/19/pz/haber,EF6A5AA4E4A641F1B1BDE482674535C3.html
Tüm hakları saklıdır.