Televizyon kanallarını istila eden dizilerden en az birini izliyoruz hepimiz. Yabancı diziler, içinde yaşadığımız dünyanın tüm gerçekliğini yansıtıyor, bizim dizilerimizin çoğu ise kırsal alanda geçen konuları işliyor....
Geçen akşamların birisinde epeyce çalıştıktan sonra kalkıp haberleri izlemek için karşısına oturduğumda televizyonun birçok kanalı dizilerle yüklüydü. Çoğu Türk dizileriydi.
Birkaç tanesine göz attım. Dizi filmlerin müptelası sayılmam.
İçlerinde bir tek
Avrupa Yakası'nı severek, denk geldikçe, başından sonundan, bölük pörçük izlerim.
(Çok başarılı, müthiş bir dizi o, Gülse Birsel bir mucize, bunda kuşku yok; fakat ben o yaşlı 'hala'nın bunca ağırlık taşımaya başlamadan önceki, Burhan'ın ön planda olduğu dönemlerini daha fazla seviyordum.
Burhan gerek tip, gerek senaryo, gerekse performans olarak bir mucize.) Hatta yabancı dizileri de izlemediğim için öğrencilerim, yani 'gençlik' tarafından eleştirilirim.
Dizi izlemeyişim onlara duyduğum tepkiden ötürü değil, olamaz da.
Çünkü bugünün sosyolojisi eminim ki o filmlerde yatıyor. Lars von Trier gibi dünyanın en önemli yönetmenleri harıl harıl dizi çekiyor. Yabancı diziler içinde yaşadığımız dünyanın tüm gerçekliğini yansıttığı gibi çok sistemli kurgulamalar olduğundan insanı tasavvur dahi edemeyeceği boyutlara itiyor. Sanatın toplumsallıkla kesiştiği neredeyse tüm meseleler bu dizilerde yer alıyor.
BİZİM DİZİLERİN BELKEMİĞİ Başladığım yere dönecek olursam şöyle bir göz gezdirince insan hemen iki şeye takılıyor dizilerde.
Bir kere çok büyük bir bölümü Güneydoğu Anadolu veya genel olarak Anadolu ve kırsal ilişki tabanlı çalışmalar. Bazıları doğrudan doğruya o fiziksel ve kültürel coğrafya içinde yer alıyor.
Bazıları ise daha da çarpıcı. Çünkü, Türk romanı klasiklerinin sinemaya aktarımı olan bu dizilerde de benzeri zorlamalar yer alıyor. Olaylar ve kişiler çarpıtılıyor. (Bu roman-dizi etkileşimi zaten başlı başına bir mesele. Hatırlıyorum,
Attila İlhan'ın
Sokaktaki Adam isimli romanını bir tarihte dizi film yapmak istemişlerdi.
Kitabın yeni baskısına yazdığı bir 'ek'te İlhan, "O kadarcık bir romandan nasıl dört-beş filmlik bir dizi yapılacağına aklım ermediği için öneriyi reddettim" demişti. Şimdi, incecik romanların dizileri yıllar yılı sürüyor.
Demek ki, sorun edebi öz ve ona yüklenmiş anlamlar değil.
Öncelikle eylem boyutunun devamlılığı, gerilim, heyecan gibi öğeler. Yani edebiyat değil mesele: Sinema, belki de en 'katı' haliyle!) İkincisi, bu dizilerin önemli bir bölümünde yer alan çok ilginç bir görüntü var. Örneğin
Avrupa Yakası'nda daha da göze çarpıyor.
Bölümlerin farklı episodları birbirine bağlanırken bir kent görüntüsü hızla geçiyor. Bunu dizinin adıyla bağdaştırmak da mümkün:
Avrupa Yakası. Fakat hiç de öyle olmayan diziler bile aynı öğeyi kullanıyor. Dikkat ettim, benzeri bir şey, yani büyük kent görüntüleri hemen hemen tüm dizilerde bu şekilde ekrana geliyor.
Bu aslında yukarıda söylediklerimin tümü düşünüldüğünde bir çelişki gibi duruyor:
Hadi Avrupa Yakası için demeyeyim ama feodal ilişkiler odaklanmış bir dizide, hızlı kent görüntüleri ne ifade ediyor?
BİTMEDİ BİZDE FEODALİTE
Bunun ne ifade ettiği besbelli:
Bu dizilerin neredeyse tamamı Türkiye'nin bugünkü sosyolojisine dönük, ondan esinlenmiş çalışmalar. Söz konusu sosyoloji dünün sosyolojisinden çok mu farklı, doğrusu emin değilim.
1950'den beri
Türkiye göç denen bir felaketle iç içe yaşıyor. Modernleşme diye bakınca elbette yararları var ama kaç neslin ziyan olduğu ayrı bir mevzu. Öte yandan
belli bir dönemde birkaç romancının kalburüstü çalışması dışında bu göç denen çok katmanlı oluşum bizim edebiyatımızda çok az işlendi. Şimdi
televizyon o boşluğu dolduruyor.
İkincisi bu dizilerin önemli bir bölümü kentsel hayatın içinde cereyan eden konuları işlemiyor.
İşte kent görüntülerinin uzaktan belirip kaybolması bu nedenle.
Kent bu diziler için bir 'hayal', bir amaç, ulaşılacak bir hedef. Dizi konuları zamanının köy edebiyatı gibi kırsal alanı işliyor. Aradaki fark en fazlasından geçişin vurgulanması.
Tekrar edeyim, zamanının köy edebiyatıdır bugünkü dizilerin önemli bir bölümü.
Üçüncüsü bizim
edebiyatımız, baştan beri yerli ve yabancı kültürler arasındaki çatışmaya dönüktür, onu işler.
Felatun Bey'le Rakım Efendi'den beri bu böyledir.
İyi ve kötü bu çizgide oluşur. Doğru ve yanlış bu hatta ayrışır. Şimdi diziler bir kez daha aynı noktayı işliyor. İzleyici yeniden geçiş toplumunun arada kalmış insanlarını bazen gülerek bazen içi ezilerek izliyor. Üstelik bunlar çok çıplak bir biçimde çıkıyor karşımıza.
Hiç eğip bükmeden izleyicinin karşısına getiriliyor tipler.
Avrupa Yakası'nın 'aile hayatı', Burhan'ı bile tek başına birçok şeyi yerli yerine oturtuyor.
İŞLER FARKLI HOLLYWOOD'DA Amerikan dizileri ise Hollywood imkânlarını kullanıyor. Gerek teknoloji, gerek kurgu gerekse bilinç olarak bambaşka bir yerden bakıyor dünyaya.
Daha çok da bugünün dünyasıyla değil, geleceğin dünyasıyla ilgileniyor. Prison Break veya
Niptuck böyle. Evet,
Umutsuz Evkadınları da,
Seks ve Kent* de var onların arasında ama onlarda bile dinamik bambaşka bir noktada yoğunlaşıyor.
Onların bu farklılığını doğuran şey 'çağdaşlık' kavramıdır. Biz ise hâlâ 'modern' kavramının sınırlarında geziniyoruz.
Biz, gerçekten kendimize, bize benziyoruz ve bulunduğumuz yerde durmak konusunda da çok kararlı görünüyoruz. Cemaat olmaya zorlanmış bir toplumuz biz ve diziler bizim cemaat halinde yaşamamızın çok 'modern' araçlarıdır. Aynalar kadar modern diyeyim. Hepinize iyi seyirler.
*
Sex and the City
Yasal Uyarı: Yayınlanan köşe yazısı/haberin tüm hakları Turkuvaz Medya Grubuna aittir. Kaynak gösterilse dahi köşe yazısı/haberin tamamı özel izin alınmadan kullanılamaz.
Ancak alıntılanan köşe yazısı/haberin bir bölümü, alıntılanan habere aktif link verilerek kullanılabilir.
Ayrıntılar için lütfen
tıklayın
Yayın tarihi: 12 Nisan 2009, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2009/04/12/pz/haber,BBFD7915FACC4DBD83AEE85E7449D91B.html
Tüm hakları saklıdır.