kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
23 Ocak 2009, Cuma
Sabah
 
Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Emlak Çocuk Yazarlar Çizerler
Gündem Siyaset Ekonomi Yaşam Dünya Teknoloji Turizm Otomobil
 
24 Saat
24 Saat

Ebru Çeliktuğ: "Unutmanın hatırlattıkları"

Sinema dergisi
Giriş Saati : 23.01.2009 10:13
Güncelleme : 23.01.2009 20:30
Yeni Haber
Alzheimer hastası bir anne ve üç çocuğunun ilişkileri ekseninde, modern hayatın dayattığı yalnızlığı, iletişim sancılarını, orta sınıfın yaşadığı bunalımları ve toplumsal bellek kaybını mercek altına alan "PANDORA'NIN KUTUSU", Yeşim Ustaoğlu'nun son uzun metrajı. Derya Alabora, Tsilla Chelton, Onur Ünsal ve Övül Avkıran'ın başrolleri paylaştığı film, uluslararası film festivallerinde dikkatleri üzerine çekmeye devam ediyor..
İstanbul'un farklı semtlerinde kendi hayatlarını sürdürmeye çalışan üç kardeş, Güzin (Övül Avkıran), Nesrin (Derya Alabora) ve Mehmet (Osman Sonant), anneleri Nusret Hanım'ın (Tsilla Chelton) Batı Karadeniz'de yaşadığı köyde kaybolduğu haberini alınca birlikte doğdukları köye doğru yolculuğa çıkarlar. Nusret Hanım'ı İstanbul'a getirdiklerinde Alzheimer hastası olduğunu öğrenmeleri her birinin yaşamını farklı şekillerde etkiler. Nesrin'in oğlu Murat ise (Onur Ünsal), tüm bu olan bitenler arasında, sokaklarda aradığı hayatın anlamını, karşısına birden bire çıkan anneannesinde bulmuş gibidir. İlk gösterimini Toronto Film Festivali'nde yapan, Antalya Film Festivali'nde, (En İyi Yardımcı Kadın Oyuncu Ödülü-Övül Avkıran); San Sebastian Film Festivali'nde (En İyi Kadın Oyuncu Ödülü-Tsilla Chelton, En İyi Film Ödülü) ve Amiens Film Festivali'nde (En İyi Kadın Oyuncu Ödülü-Tsilla Chelton) ödüller kazanan film, Ustaoğlu'nun önceki filmlerindeki politik ve sosyal tavrı ıskalamadan, bu kez orta sınıfa, modernizme ve karakterlerin psikolojik yolculuğuna odaklanıyor.

(...)

Bu filmle önceki filmleriniz arasında hemen göze çarpan ortak noktalardan birisi yolculuk teması. Siz filmografinizde nasıl bir yere oturtuyorsunuz "Pandora'nın Kutusu"nu?

Bütün filmlerimde çok ortak yanlar görürüm kendi kendimi değerlendirdiğim zaman. Bunları aslında yazanın, çizenin, izleyenin bulup çıkarması gerekir ama öyle ya da böyle, aslında "Güneşe Yolculuk"la bu film arasında çok ciddi paralellikler var. Bir transformasyon hikayesi anlatır benim bütün karakterlerim; bir değişim sürecinden geçer, bir olgunlaşma süreci yaşarlar. Ciddi bir toplumsal bakış açısı vardır; bu karakterlerin nerede yaşadıklarına ve kim olduklarına dair. "Pandora'nın Kutusu"nun da, yol, yolculuk, iç yolculuk gibi ortak temaları olan, bu anlamda öncekilerden hiç de farklı olmayan, benim yıllardır edindiğim bir sinema dili olarak baktığınızda o sosyolojik bütünlüğü taşıyan bir film olduğunu düşünüyorum. Bugün bizim kendimizi eleştirme kabiliyetimizin son derece zayıf olduğunu, ciddi bir görmezlikten gelme halinde olduğumuzu görüyorum. Bu çok ciddi bir problem. Bu temalar "Güneşe Yolculuk"ta da vardır. "Pandora'nın Kutusu" da, toplumla entegre olamamak, esasla, bütünle, ötekiyle iletişim kuramamak temaları etrafında, kendini dışarlıklı bir koruma alanında yaşatan tüketim toplumunu, kapitalist sistemi, modernizmi, burjuvaziyi, orta sınıfı eleştiren, ayna tutan bir film - bireysel bir açıdan bakarak, karakter tahlilini asla unutmadan. Böyle baktığınız zaman, bir Alzheimer hikayesi değil tek başına.

Alzheimer hastalığını bir metafor olarak kullanıyorsunuz filmde, değil mi?

Unutma, aidiyet, ait olduğun yere dönme, yaşama, ölme, en azından kendini unutmama, nereye ait olduğunu unutmama gibi bir kaygı taşıma, bu dirayeti gösterebilme, bellek ve kaybı gibi birçok temayı Alzheimer'lı hastayla vermeye çalıştım. Toplumumuza bugün baktığımızda, uzun bir süredir bellek kaybıyla ilgili çok ciddi sıkıntıları olan bir toplum olduğumuzu düşünebiliriz. Bu anlamda acayip göndermeleri olan bir karakter Nusret Hanım. Bu kez bir aileden yola çıkıyorsunuz, hepimize fazlasıyla tanıdık gelen karakterlerden oluşan bir aileden.

Evet, çok sıradan insanlarla uğraştım aslında ben bugüne kadar, dağın başında yaşayan balıkçı çocuk, buraya göçüp gelmiş çamaşırcı kız, hayatını buralarda arayan göçmen çocuklar, benim ilgilendiğim karakterler, insanlar bunlardı. Belki ilk defa aslında -sınıfsal olarak baktığınızda- orta sınıfa baktım, onun diğer sınıflarla olan, kırsal kesimle olan ilişkisine baktım. Aynı zamanda bugün kendimize önerdiğimiz, yarattığımız hayatları sorguladım: Sitelerde yaşamak, yaşadığımız standartlara sahip olabilmek ve onları koruyabilmek için işimizde, yaşadığımız alanlarda verdiğimiz tavizler, ödediğimiz bedeller gibi konulara - çocuğumuzla olan ilişkimiz de dahil olmak üzere- baktım. Hepimizin, bu sınıfa dahil birçok insanın da buram buram yaşadığı konular bunlar üstelik.

Filmde torun ve anneanne arasındaki ilişki - birlikte bir yolculuğa çıkıyorlar ve anneanneyi gerçekten anlamaya çalışan tek karakterin torun olduğunu görüyoruzgençliğe duyduğunuz umudun bir göstergesi mi?

Evet, torun karakteri; yolun başında olan, yani daha az kirlenmiş, henüz kirlenememiş olanBelirli bir standarda, hayata, yaşa, ödediğimiz bir çok bedellerle kavuşan hepimiz kirlenmiş insanlarız; böyleyiz, ben de dahil edebilirim kendimi... Eğer böyle tavizler vererek yaşamayı seçiyorsak ve bunun farkında bile değilsek, biz bir anlamda kirliyiz benim gözümde, hissederim o kirliliği. Ne kadar korumaya çalışsak da, başka duvarlarla etrafımızı örsek de, o duvarlar yükselir sadece, daralır. Murat daha yolun başında, henüz o kirlenmeyi yaşamamış biri. Baktığı kişi dayısı Mehmet, tüm bunların farkına varıp bedeli tamamen "durarak" ödeyen biri. Ben o adamın hayatına, parazit olmaktan çok"durma"yı seçmiş biri olarak bakıyorum. Sistemin kirliliğinin farkında, o bedeli ödemek istemiyor, sisteme entegre olmak istemiyor, ama hiçbir şey yapmıyor, üretmiyor. Hayatını, zamanını durdurmuş, bunu tercih etmiş, bedeli böyle ödüyor. Yarını olmayan bir hayat bu. Yine de, etrafındaki diğer örgüye göre, Murat'a biraz daha anlamlı geliyor. Ama (Murat'ın) seçtiği yol o da değil. Hepsini, her şeyi sorguluyor ve karşılığının ne olacağını da bilmiyor, bulamıyor, bilmesine imkan da yok zaten yaşı itibariyle. Bir şey arıyor, zaten ne aradığını da bilmiyor büyük bir ihtimalle. Sokakta arıyor üstelik; ta ki kaç yıldır görmediği anneannesi karşısına çıkana dek.

İkisinin bağ kurmasının sebebi ne? Murat ilk bakışta evin ergenlik sancısı çeken asi çocuğu, Nusret Hanım ise Alzheimer hastası anneanne.

Anneannesinde onu cezbeden şey, bir hedefi olması. Hayatında ilk defa, gerçekten, çok net, onu çok şaşırtan bir hedefi olan bir insana rastlıyor: Ölmek isteyen bir insan. "Ben gidip dağımda ölmek istiyorum" diyen, dağını arayan, dağıyla bütünleşmiş bir insana rastlıyor ve çok çocuksu, insani, saf sezgilerle onun peşine takılıp gidiyor. Bir kahramanlık gösterisi yapmıyor, onun zaten gittiği yola ortak oluyor, onu izliyor ve ilk defa hayatında bir sorumluluk taşıyor. Ben bu filmi yazarken gençlerle çok haşır neşir oldum. Yıllardır, işim gereği de çok oluyorum; buraya çok genç gelip gidiyor, her kesimden insan üstelik. Şu yargıdan çok korkarım: "Şimdiki kuşaklar pek bir tuhaf, internetin başından ayrılmıyorlar, iletişimsizler vb"; bu çok kolaycı bir yargı. Onları ne kadar anladığımızı, ne kadar hissettiğimizi, iletişimi nasıl kurduğumuzu kendime çok sormak isterim. "Biz ne yapıyoruz"u birinci elden çok sormak isterim. Üstelik o dünyayı onlara biz yarattık, kendi kendilerine yaratmadılar, kendi kendilerini yaratarak gelmiyorlar dünyaya, o dünyayı başlarına biz tebelleş ettik. Onu da bir düşünmemiz lazım. Bunu sorgulayan bir çocuk bana çok ciddi bir umut veriyor.

Derya Alabora'nın canlandırdığı Nesrin, takıntılı ve kontrol meraklısı bir karakter, oğlu evden kaçtığı için de çok endişeli. Bazen kızdırıyor bazen de güldürüyor. Filmdeki diğer karakterler gibi o da çok tanıdık, çok gerçek. Karakterlerinizi yaratırken nelere dikkat edersiniz?

Karakterlerimin klişe olmasından çekinir; antipatik, kontrol manyağı, obsesif, kötü anne gibi etiketlerle tanımlanmaları yerine hakiki insanlar olmasını isterim. Onun anne olması yeterli zaten böyle bir endişeyi taşıması için. Kötü bir insan değil ki, oğlu da bu kötü sistemin kurbanı. O endişesini o kadar içimden hissedebiliyorum kiBir yandan çok gerçek, çocuğunu aramak hakkı tabii, onun için endişe duyması, peşine düşmesi, onun için iyi bir hayat kurmaya çalışmasıAslında çok muzip de bir kadın, kardeşinin telefonunu çalıyor filan. Hepsinin anası olmuş, çocukluğundan beri. Alıyor, bakıyor, çalıyor, onun hakkı değil ama o kadar muzip yapıyor ki bunları kızamıyoruz; kızsak çok klişe bir karakter, kötü bir karakter çizmiş olurduk. Sıkışmışlığın içinde yenik düşmüş, teslim olmuş, önünü göremeyen biri Nesrin. Her şeyi kuşatarak kurmaya çalıştığı hayatın çaresizliğini anlatmaya çalışıyoruz. Sitelerde büyütmeye çalıştığı oğlunun hayatına internetteki yazışmalarına gizlice bakarak girmesinin onu aslında iğdiş etmek olduğunun farkına varamamasıyla ilgileniyoruz. Bir gün nihayet fark ediyor ki, bu çocuk aslında sıradan bir sevgi istiyor. Bir bırak bakalım, iğdiş etme, şöyle bir bak. O da baksın bir kendi hayatına, o karar versin ne olmak istediğine, ne yapmak istediğineBu fırsatı ona ver, sev sadece, sevNasıl sevileceğini, nasıl yaşanacağını öğretmek zorunda değilsin.

Annelerini bulmaya gittikleri yolculuk ve sonra ona bakmak zorunda oldukları gerçeğiyle yüzleşmeleri Pandora'nın Kutusu'nu açıyor değil mi?

Küçücük şeylerin farkına varıyorlar onlar aslında. Bütün karakterler, minicik gibi görünen ama hayatlarını son derece etkileyen sorunların içindeler. Mesela Güzin, sevgisiz kalmayı tercih eden, kendisi esasında bağlanamayacağı adamlarla düşüp kalkan, bağlanamayacağı ilişkiler kuran, içini açmayan, soğumuş, bağ kuramayan, belki işinde oturduğu yerde oturabilmek için tavizler veren, düşündüğü gibi yazmayan, düşündüğü gibi hareket etmeyen, soğuk bir hayat sürdüren, çabucak domine edilebilen, çok sıradan bir karakter. Böyle bir ilişki sürdürmek kendi çaresizliği yüzünden belki; kendisi başka türlü, doğru düzgün bir ilişki kurabilme sorumluluğunu taşıyabilme gücüne sahip olmadığı için büyük bir ihtimalle. Öyle bir herif için annesini sepet gibi taşıyıp kardeşinin evine atabilen, üstüne bir de ablasına yalan söyleyebilen biri. O zaman yaptığının farkına varabilen, yavaş yavaş yaptığından artık nihayet rahatsız olan, annesiyle biriktirdiği bir 40 yılın hesabını nihayet görebilen, bu hesabın sonunda aslında biraz da aynayı kendine tutması gerektiğini anlayan, en azından karşısına geçip o hesabı yapabilme cesaretine nihayet sahip olabilen, oradan başka çıkarımlar yapabilen çok sıradan bir karakter. Eminim birçoğumuzun hayatından buna benzer birçok durum geçmiştir.

(...)

Chelton nasıl dahil oldu kadroya?

Tsilla Chelton, müthiş bir entelektüel, tam bir sinema ve tiyatro emekçisi. O kadının arkasında bizim bütün hayatlarımızdan daha uzun yıllar süren bir sinema ve tiyatro geçmişi, kariyeri var. Burada Nusret rolü için açıkçası umudumu kesmiştim. Bu umutsuzluğu Faruk rolünde de yaşadım. Kimse o rolü sahiplenmek istemedi, küçük buldular, halbuki önemli bir baba rolüydü. Nusret hanım rolüyse çok çok zor bir roldü. Ona bir tane talibimiz vardı ama yaş olarak gençti benim için, 50 yaşlarındaydı. O yapaylığı da ben istemedim, 50 yaşındaki bir kadını 70 yaşına getiremezsiniz. Sinema çok affetmiyor, aynı oyuncuyla 50 yaşlarındayken 60'lı yaşlarını absorbe ettirebilmiştim ama 70 civarlarına getiremezsiniz, vücut dilini de öyle.

Kimi televizyonda, kimi tipini değiştirmek istemiyor, kimi o kadar ihtiyar görünmek istemiyor, üstüne üstlük de çok zor bir rol. Buradan umudumuzu kesince Almanya üzerinden de araştırmalara giriştik. Orada da Türk oyuncularımız vardı ama uygun biri çıkmadı. Fransız ortağımız bize Tsilla'yı önerdi. Duyar duymaz yaşına da baktım, önce bir ürkütmedi değil; aktif olup olmadığını bilmiyordum. Fakat Tsilla senaryoyu okur okumaz beni hemen çağırdı "Mutlaka görüşelim" diye, Brüksel'de buluştuk, orada yaşıyor çünkü. Ve hayran oldum görür görmez enerjisine, hayata bağlılığına, çalışma arzusuna, rolü kavrama biçimine, Türkçe'yi öğrenme çabasına. Daha ilk sohbetimizde hayran olmuştum, büyük bir arzu duydum sonra ve bütün enerjimizi -zaten filmin diğer alt yapısı çoktan toparlanmıştı- Tsilla'ya yönelttik. Bizden bir tek şey rica etti. Tek korkusu bizim çok yükseğe çıkmamızdı köydeki sahnelerde. Biz de irtifayı bayağı bir aşağı indirdik, başına bir iş gelmesin diye. Tsilla inanılmaz bir hızla Türkçe öğrendi, bütün dili öğrenmedi ama öğrenmesi gerekeni öğrendi. Onun için çok özel bir çalışma yaptık, rolünü inanılmaz kavradı. Buraya gelerek büyük bir risk aldı aslında ama acayip eğlendi ve çalıştı. Herkesi çok sevdi, herkes de ona hayran oldu. Arkada müthiş bir iz bırakarak gitti. İnşallah galaya gelecek.

İlk defa bu kadar profesyonel bir oyuncu kadrosuyla çalışıyorsunuz bu filmde.

Evet, ben amatörlerle de çalışıyorum. Burada da karıştırdım amatörleri ve profesyonelleri. Bence fark etmiyor, iyi ve doğru insanı seçtiyseniz aynı sonucu alabilirsiniz. Kamyoncuların hepsi amatör, bizim oyuncularımız profesyonel, bazılarının ilk sinema deneyimleri, Övül'ün (Avkıran) ve Osman'ın (Sonant) mesela. Yönetmenlik böyle bir şey. Ben oyuncumdan -kim olursa olsun, dağın başındaki çocuk, köylü teyze, Tsilla hanım veya kamyon şoförü fark etmezdört dörtlük oyunculuk almadan bırakmam işi zaten. Çıkarmam lazım o karakterleri, mutlaka oynatabilmem lazım. Bunun birinci sırrı, karakterlerimi oluştururken etten kemikten, yaşayan insanlar yazmaya çok özen göstermem. O zaman oynatmam o kadar kolay olur ki, fazla sır vermeyeyim ama (gülüyor)... Her sırrı da veremem tabii! Filmlerimde kardeşlerim oynadı, ekip oynadı. Ajanslardan figüran bulmakla çok uğraşamam. Sokaktaki insan, ekip, aile, dışarıdaki herkes, hayatın kendisi oynayabilir, oynatırım da. Bu, hikayeyi çok gerçek, sahici hale getiriyor. Kamyon şoförü lazımsa, kamyon şoförü bulup çıkarırım, onlarla çalışırım, kamyon barınağı gibi bir yerde çalışan bir kadın yazdımsa, onu bulurum. Filmdeki Nezahat, ismiyle cismiyle gerçek. Yoksa o adamlara öyle davranamaz. Sulukule'den birini götürmeye çalıştık, geri gönderdik. Nezahat'i o sırada tanımıyordum. Nezahat'i görür görmez zaten, Sulukuleli'yi geri gönderdim ve asla da yapamazdı, çok kötü bir sahne olurdu. Hakikat çok önemli. Gerçek bizim imajinasyonlarımızdan çok daha zengin aslında.

(...)