Türkiye'nin, Ortadoğu'nun ve dünyanın şu andaki durumunu anlatabilmek için, bu sütunda bir kez daha kullandığım Nasreddin Hoca fıkrasını tekrarlayacağım.
Bu fıkrayı unutmayanlardan, bu tekrardan ötürü özür diliyorum.
Önde tabutu taşıyanlar arkada cenaze cemaati mezarlığa doğru ilerliyorlarmış. Nasreddin Hoca da tabutun yanında yürümekteymiş.
Birden tabutun kapağı aralanmış.
Öldü sanılan kişi başını kaldırmış, tabutun yanındaki Nasreddin Hoca'ya yalvarmaya başlamış:
- Hocam ben ölmedim, bir baygınlık geçirdim. Ama öldüğüme karar verdiler. Beni yıkadılar, duamı ettiler, namazımı kıldılar. Şimdi beni diri diri gömecekler. Hocam, n'olur şu cemaati durdur, beni kurtar... Nasreddin Hoca bu sözleri dinledikten sonra şöyle bir etrafa bakmış.
Sonra tabuttaki adama dönmüş,
- Kardeşim bu kadar kalabalık cemaate ben laf anlatamam ki... Sana Allah rahmet eylesin! Türkiye Cumhuriyeti'nin Başbakanı Erdoğan ve Fransa Cumhurbaşkanı Sarkozy, Ortadoğululara
"Gazze trajedisi bitsin" diye laf anlatmaya çalışıyorlar.
Ama İsrail'e ve Amerika'ya laf anlatmak mümkün değil ki.
Kürtçe yayınlar Daha da ötesi var.
Türkiye'de geçmişte düşünülüp yapılması gerekenler, şimdi parça parça yapılmaya başlandı.
TRT'de Kürtçe yayın başladı, üniversitelerde Kürdoloji kürsüleri kurulmaya hazırlanılıyor.
Ama DTP sözcüleri,
"Neden bu kadar gecikildi" diyecek yerde bu durumu adeta protesto eden demeçler vermekteler.
Bir yandan da
Türkiye geçmişin ideolojik bağnazlıklarının sebep olduğu olumsuzlukların kurbanlarından özür diliyor.
Ahmet Kaya'ya, Nazım Hikmet'e, Yılmaz Güney'e yaşamlarında esirgenen onurlar, ölümlerinden sonra veriliyor.
Daha önce de rahmetli Başbakan Adnan Menderes'in adı asıldıktan sonra bulvarlara, havaalanlarına verilmemiş miydi?
Herkesin bu gelişmeleri değerlendirmek için bir dakika durup, nefes alması ve bir durum değerlendirmesi yapması gerekmez mi?
Günlük kavgaların uzun vadede bir anlamı olmadığının kanıtı değil mi bu gelişmeler?
Ama kimsenin bir iç ateşkese niyeti yok.
Siyasi rekabet ve kişisel takıntılar bitmeyen bir kavgayı, kan davası biçiminde sürdürmenin itici gücü burada.
Ergenekon davası Bir de
"Ergenekon" var.
İçinizde düşünce ve beklenti fırtınaları estiren bir davanın konusu şimdi bu Ergenekon.
Hem
"Demokrasiyi ve hukuku yok etmeyi amaçlayan bir komplo varsa yargı bunu açığa çıkartıp karara bağlasın" diyorsunuz, hem de aylardır tutuklu bulunanların durumları belirlenmemişken, yeni gözaltıların yeni tutuklamalara dayanacağına dönük işaretler geliyor önünüze.
Bu isimler arasında arkadaşınız olan sevdiğiniz isimler de var.
Dün yıllarımı ve aynı mesleği paylaştığım İlhan Selçuk'un gözaltısına üzülmüştüm.
Şimdi de güvendiğim, sevdiğim arkadaşım Bedrettin Dalan'ın adını Ergenekon listesinde görerek ne yapacağımı bilemiyorum.
Bu tablodaki hoş olmayan görüntüleri güzelliklere çevirmenin yolunu belki de Vedat Durusel'in fıkralarından bulabiliriz.
İşte bunlardan birisi:
Adam yanında oturan kadına fısıldar:
- Şampanya sizi güzelleştiriyor. Kadın:
- Bir kadeh dahi içmedim. Adam:
- Ben onuncu kadehteyim. Belki de Ahmet Hamdi Tanpınar'ın dizelerine sığınıp,
"Zaman" a bir başka boyuttan bakmaktadır aradığımız huzurlu çözüm:
"Ne içindeyim zamanın, / Ne de büsbütün dışında; / Yekpâre, geniş bir ânın / Parçalanmaz akışında. / Bir garip rüyâ rengiyle / Uyuşmuş gibi her şekil. / Rüzgârda uçan tüy bile / Başım sükûtu öğüten / Uçsuz, bucaksız değirmen; / İçim muradına ermiş / Abasız, postsuz bir derviş; / Kökü bende bir sarmaşık / Olmuş dünya sezmekteyim, / Mavi, masmavi bir ışık / Ortasında yüzmekteyim."
Yayın tarihi: 8 Ocak 2009, Perşembe
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2009/01/08//barlas.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2009, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.