Bir Fransız gibi Liberation gazetesini okumak, bir Katolik gibi Saint-Germen Kilisesi'nde şarkı söylemek veya fondü yerken bir İsviçreli gibi hissetmek... Paris'te bunların hepsi mümkün....
Yılın bu vakti yine 'ışık şehri' Paris'teyim.
Gençliğimin en güzel dönemlerinden birini geçirdiğim ve bana birden çok dalda tam bir 'duygusal eğitim' veren bu kentte, bir yandan anılarımı tazeliyor, öte yandan günümüz Paris'inin bitmek tükenmek bilmeyen zengin yaşamından yeni lezzetler tadıyorum.
Ve türlü-çeşitli kılıklara bürünüyorum: Tam bir bukalemun gibi... Sabahları bir Quartier Latin kahvesinin terasında 'cafecreme'imi içip 'croissant'ımı yerken
Liberation gazetemi okuyorum: Tam bir Fransız gibi... Noel gecesi Saint-Germain Kilisesi'nde elime tutuşturulan kâğıttan sözlerini de okuyarak
Sessiz Gece şarkısını söylerken, sanki bir saatliğine bir Katoliğim! Kaldığımız Marais semtindeki tipik lokantalardan birinde Kaşer mutfağına dayalı bir yemek yerken bir Musevi, ertesi gün Saint Michel'deki Saveurs de la Savoie -Savoie lezzetleri lokantasında 'fondue' veya 'raclette'imi kaşıklarken ise sanki bir dağ İsviçrelisiyim! Elbette anladınız: Tüm bunlar yüzeysel değişimler, anlık izlenimler... Bu 'mış gibi yapmak' deneyimlerinin ardındaki temel sorun şu: Bir hafta için de olsa ülkemin ne yazık ki kısır, güdük, benmerkezci gündeminden kurtulup çağıma açılıyorum, bir 'dünya vatandaşı' oluyorum. Batı'nın bizden hayli farklı gündemine dalıyor, değişik bir uygarlığın en temel kaygılarını duyumsuyor, en çağdaş keyiflerini ve zevklerini tadıyorum. Bir süreliğine de olsa çok farklı kimliklere bürünmek ve normalde yapmadığım şeyleri yapmak, sanki bana binbir deneyim getiriyor, farklı bakışlar kazandırıyor. 'Öteki' dediğimiz her şeyle, günümüzün o ünlü deyimiyle 'empati' kurmamı (yani kendimi onun yerine koyarak onu anlamamı) sağlıyor. Bu da az önemli bir şey mi?
PARİS HEP O AYNI PARİS
Paris, temel erdemi değişmemek olan bir şehir. Nasıl değişsin ki: Mimarlık ve şehircilik açısından baktığınızda, kendisini daha 18, haydi bilemediniz 19. yüzyılda tamamlamış, hemen tüm kenti aynı estetiğin elinden çıkmış kunt ve görkemli yapılarla donatmış, modern şehirciliğin sanki tüm kurallarını uygulayarak bir güzellik ve estetik başkenti yaratmış. Paris, bizdekiler gibi her gün baştan kurulan bir kent değil. Asıl derdi, güzelliğini korumak.
Ve Parisliler bir yandan kentleriyle nasıl gurur duyuyor, onu nasıl seviyor, hatta tapıyorlar... Öte yandan bu Parisliler ne kadar aç, ne kadar doyumsuz! İlla da her şeyin en bolu, en çeşitlisi, en zengini, en güzeli Paris'te olacak! En çok sinema burada ve birçoğu eski, klasik filmleri de sürekli göstererek kenti görkemli bir Sinematek'e çeviriyor. Müze demişken, en kenar semtlerde bile adım başı müzeler var, gezmekle bitmeyen... Tiyatroları birkaç yüzü aşıyor: Her köşe başında bir tiyatro...
Resim galerilerinden, sanat merkezlerinden gayri tümüyle ressamlara ayrılmış bir semti var: Monmartre...
Lokantaları bir efsane. Dünyanın her mutfağının en iyi örnekleri burada. Yemeiçme işlerine dair sürekli yayınları, her yıl yenilenen ve verdiği yıldızları yenileyen Lokanta Rehberi kitapları var. Modanın başkenti: Örneğin Printemps mağazalarında kaza eseri geçtiğim kadın çantaları bölümü, bir ışık, renk ve fantezi nehri gibi akan inanılmaz bir alan... Rue du Temple'ın bir incik-boncuk merkezi, Rue de Turennes'in bir giyim imalat sokağı olduğunu bu kez keşfediyorum. Seks dükkânlarının koca bir bulvarı (Avenue de Clichy) işgal ettiğini, gençliğin artık Quartier Latin denen üniversite semtine sığamadığını gözlemliyorum.
Ve elbette bu kentte hiçbir kaldırım yenileme çalışması yok! Bol bol var olan yeşil alanlarda en küçük bir eksilme de yok; tek bir ağaca bile kıyılmıyor, tersine yenileri dikiliyor. Geniş parklara yenileme, düzenleme mazeretiyle beton dökülmüyor, taş döşenmiyor. Kentin içindeki doğa korunuyor.
Ve Paris kadar, hatta çok daha eski İstanbul'u yönetmeye talip olanların ciddi olarak Paris'e yollanıp şehircilik eğitimi almaları konusundaki eski düşüncem, yeniden canlanıyor.