Kriz mağduriyetinden herkes besleniyor ama
krize karşı tedbir konusunda çok az insan tedbir geliştiriyor.
Herkes ve her kesim, kendi pozisyonunu korumak ve eğer gerekiyorsa fedakârlığı, "
öteki"nin yapması talebinde...
Hal böyle olunca da "
çözümsüzlük " sanki bir çözüm imiş gibi sunuluyor.
Çözümsüzlük ekseni, tıpkı bir fay hattı gibi krizin dipten gelen dalgasıyla bizi sallamaya başladı bile.
Fakat krizi "
süresi " ve "
şiddeti " konusunda ölçecek güvenilir araçlara sahip olmadığımız için herkesin bir kriz takvimi var.
Bu takvimlerin yapraklarında, "
günlük ödevler " var aslında.
Fakat ödevden ziyade "
herkes aynı durumda, birileri tedbir alıyordur " duygusu hâkim.
IMF, Dünya Bankası, Dünya Ticaret Örgütü, OECD, OPEC ve aklınıza gelebilecek her kurum, küresel kriz sonrasında ya
dönüşecek ya da
ortadan kalkacak. Yeni ekonomik
düzenin inşası da bu noktada başlayacak.
Etkileri bu denli derin ve kalıcı olabilecek küresel krizin
Türkiye'ye yansıması, ilk etapta "
iş kayıpları " şeklinde oluşuyor.
Tam da bu noktada çalışma hayatının ezberleri bozulacak, bildik kurumların varlığı yeni baştan düşünülecek.
Bu kurumların başında
sendikalarımız geliyor. Yeni ekonomik düzenin ipuçları bu krizle ortaya çıkmadı. 10 yıldır yeni üretim modelleri, örgüt yapıları ve çalışma hayatı araçlarıyla bu
değişimin işaretleri verilmişti.
Mesela
taşeronlaşma süreci,
işyeri ve
işkolu sendikacılığını sorgulamamızı sağladı.
Mesela
evde çalışan olmak ve
esnek çalışma saatleri, geleneksel sendikal örgütlenmeleri irdelememize yol açtı.
Mesela işsizlerin veya işini kaybedenlerin karşısında sendikanın rolü ve görevleri
sil baştan tartışmaya açıldı.
Bugün
Türkiye, yüzde 10'u aşan işsizlik oranıyla krizdeki diğer ülkelerden daha beter durumda değildir.
Ancak hiçbir patron tek bir işçiyi kapıya koymasa dahi, her yıl
600 bin yeni iş yaratma zorunluluğumuz var. Bu da nüfusa bağlı bir parametre. Büyümenin yavaşlayacağı bu kriz sürecinde yeni iş yaratmak bir yana işini kaybedenler ve halihazırda işsiz olanlar için hangi hal çarelerini geliştirebileceğiz?
İşsizlik acaba yalnızca "
hükümetlerin " sorunu mudur?
İşsizlik acaba yalnızca "
işsiz kalanın " derdi midir?
İşsizlik acaba yalnızca onu kovan "
patronun " defosu mudur?
Mesela sendikaların bu konuda "
zaten varoluş gerekçesiyle tanımlanmış " bir sorumluluğu yok mudur?
Böyle saçma soru olur mu demeyin. Zira
sendikalar işsizlik sorununu kendi sorumluluk alanı dışına ötelediler bile.
Bundan 10 yıl önce yeni dünya düzenine ve çalışma hayatına dair tartışmalar çerçevesinde "
bilgi çağı sendikacılığı " konusunda çok fazla tartışma yaşadık.
10 yıl öncesinden, sendikaların yeni bir tanıma ve anlayışa ihtiyaç duyduğu fikri,
ortak akıl haline geldi.
Fakat bu süre içinde, birkaç istisna dışında, sendikalarımız adeta
yan gelip yattılar.
İşsizleri, işini kaybedenleri dışladılar. Kapılarına "
işi olmayan giremez " tabelasını kolayca asıverdiler.
Dayanışma aidatı sayesinde çoğu
repocu ve
gayrimenkul zengini oldu.
Üyeleri işsiz ama yöneticileri milyarlarca doları yöneten bir sendikal yapı.
Oysa sendikalara tam da bu zamanda ihtiyacımız var. Tam da bu zamanda kriz bahanesiyle
emekçiyi sağa sola savuranlara karşı
sendikal refleksler gerekiyor.
Bir öneri; Patronlar, daralan
ekonomi içinde çalışanını işsizler ordusuna katmak yerine,
esnek çalışma yaklaşımını benimseyemez mi? İşçinin çalışmadığı günlerin parasını
devlet, işsizlik sigortasıyla karşılayamaz mı?
İşsizlik sigortası için gereken kaynak için
Merkez Bankası'ndaki 12 milyar dolarlık işçi dövizleri kullanılamaz mı?
Ve nihayetinde; 10 yılda
10 milyar doları işçilerden alan ve şu anda bunların rantı ile "ağalık yapan" sendikacılar, bu kaynağı,
işsiz kalan üyeleri için kullanamaz mı?
Merak ediyorum doğrusu;
sendikalar bu dayanışma aidatlarını, krizin işinden ettiği üyeleriyle dayanışmak için kullanmayacaksa, ne için kullanacak?
Yayın tarihi: 26 Aralık 2008, Cuma
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/12/26//oguz.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.