Sevmiyorum bu ara mevsimleri ben...
Ya üşümek ya yanmak istiyorum. İkisinin arası, şahsiyetsiz kişiliksiz bir meteorolojik durum işte... İnsanların da ne kokar ne bulaşır olanlarına tahammülüm yok ya zaten. Rengini belli etmeyen, ikili oynamayı zekâ belirtisi zanneden, birine ak dediğini diğerine çıkarı uğruna kara diye savunan 'yanar döner meyve tabağı' onlar... Bizden uzak dursunlar! Ve şu eylül-ekim de geçsin gitsin hemen... Kışın bir mertliği var bari... "Bak geldim ve senin kemiklerini donduracağım," der, sen de ona göre gardını alırsın. Eldivenini, kaşkolunu, bereni, paltonu hazır eder, pazen çiçekli pijamalarını naftalinden çıkarırsın. Ama bu eylül- ekim kardeşler sinsidir sinsi...
Ne zaman üşütecek ne zaman terletecek belli olmaz. Bir yandan güneşi alır gökyüzünden, bulutları gönderir, "Tamam," dersin, "hava serinleyecek, biz de biraz nefes alacağız." Ama sonra nemi bir salar üzerine, yağmurdan değil, terden yapış yapış olursun. Dedik ya ayların en sinsisi, bu ikisi... Hazan sözcüğü doğrudan hüzünle birlikte geliyor insanın aklına... Bir de eskiden severdim ben yılın bu zamanını...
Ah, nasıl da küçük sarışınmışım o zamanlar! Depresif halleri üzerinde kıymetli bir broş gibi taşıyan, siyah beyazın güvenli netliğini henüz keşfetmemiş, puslu grilerde dolaşan küçük kız çocuğu... Bak kazık kadar oldum artık...
Sevmiyorum arada derede zamanları, mevsimleri, insanları, 'kararımsı'ları...
Her şey net olacak kardeşim. Hava da insanlar da hayatlar da...
Söylesenize... Haksız mıyım ama?
Yayın tarihi: 28 Eylül 2008, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/09/28/pz/haber,1FE11AEFE03F49E2BD0D97CA4B147BCE.html
Tüm hakları saklıdır.