Daha önce söylediğim gibi
Doğan-Erdoğan tartışması sürdükçe sürecek ve giderek karmaşık bir nitelik kazanacak. Ortaya atılan her iddia Türk siyasal ve yönetsel yapısının bir başka kısıtlamasını göz önüne sermesi bakımından çok önemli. Fakat ben o çok zevkli ve üretken konulara girmeyi erteleyip baştan beri üstünde durduğum
yerel yönetimler konusunda bir şeyler daha söylemek istiyorum.
İki çıkmazdan biri Öyle görünüyor ki,
Türkiye'de yerel yönetimler bağlamında birbirini kesen iki önemli çıkmazımız var.
Ben yerel yönetimlerin daha fazla özerklik kazanması gerektiğini, yerellik ve yerel demokrasi kavramının genel yönetimsel bir yöntem olan demokrasiye büyük katkılar sağlayacağını savunuyorum. Böylece üstünde çok durduğumuz
yönetim (
government) kavramı
yönetişim (governance) olgusuna doğru dönüşebilecektir.
Bu görüşlerimi pazartesi ve çarşamba günkü yazılarımda da öne sürmüştüm. Çok önemli görevler yapmış olan, düşüncelerine çok değer verdiğim bir hukukçu dostumdan bu görüşlerimin Türk idare hukukunda ne ifade ettiğini irdeleyen bir açıklama notu aldım. Değerli hukukçu dostumun belirttiğine göre
Türkiye'de
sağlık, eğitim ve kültür gibi konular 'mahalli müşterek nitelikte hizmetler' olarak görülmüyor. Bunlar 'ulusal ölçekli' olduklarından Anayasa Mahkemesi'ne (AYM) göre ancak merkezi yönetim tarafından yerine getirilebilir. Dostumun notuna göre
'bu görüşle
AYM, Belediyeler Yasası'nın 14. maddesinin iki hükmünü iptal ederken belediyelere tanınacak minimum özerkliği dahi ortadan kaldırdı'. Bu yönde hareket etmesinin zımni nedeni, dostum belirtiyor, o dönemde yerel yönetimlerde AKP'nin ve DTP'nin bulunması. Bu durum söz konusu yaklaşımın gerekçesini
'şeriat ve bölünme tehlikesi' olarak algılamamız gerektiğini gösteriyor. Böylece belediyeler
okul öncesi eğitim ve diğer mahalli müşterek ihtiyaçların karşılanmasında da devre dışı bırakılıyor ve bu konularda da merkezi yönetim yetkilendiriliyor.
Evet, algılama bu. Böylece bendenizin ezelden beri savunduğu görüş haklılık kazanıyor, bir kez daha:
AYM, halkı devlete değil devleti topluma karşı korumakla kendisini yükümlü kılmıştır. Bu kararlar son derecede ciddi olgulardır. Şimdi gelelim ikinci çıkmaza.
Öteki çıkmazda boğulmak Yerel yönetimlerin özerkliğinin kısıtlanmasını ne kadar eleştiriyorsam bu yönetimlerin kendilerini
rant ve dağıtım ekonomileri ile bütünleştirmesini de o kadar eleştiriyorum.
Türkiye'de yerel yönetimlerin yerel demokrasi anlayışıyla değil Osmanlı'dan beri devam eden
mansıp sistemiyle, yani istediğini zengin etme anlayışıyla bütünleştiğini açık açık görmemiz gerekiyor. Bunun nedeni gene Osmanlı'dan beri devam eden toprak mülkiyetidir.
Kamusal arazinin kişisel mülkiyete geçirilmesi Türkiye'de hiçbir şeyle kıyaslanmayacak bir rant üretme yoludur. Cumhuriyetin 'sanayici eliyle burjuva' taratma çabası yerini şimdi bu çok kolay yoldan 'siyasal yandaş' yaratmaya evrilmiştir ve sermaye bu yoldan el değiştirmektedir. Haritada bir milimetrelik değişiklik bir gecede dolar milyonerleri yaratmaya yetmekte bu da siyasetin finansman araçlarından birisi haline gelmektedir.
Yerel yönetimler kendi çıkmazlarıyla merkezi yönetim baskısı arasında sıkışmıştır. Bu çıkmazlar aşılmadıkça
Türkiye'de demokrasinin sorunları hiçbir ölçekte çözülemez.
Yanlış mı?
Yayın tarihi: 12 Eylül 2008, Cuma
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/09/12//haber,365DE8E5E53240B0BC7E7FA222B3FED9.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.