Zozo Toledo, genç yaşında bir 'şaka' sonucu gazeteciliğe başlamış. Kısa sürede cemiyet hayatının ortasında bulmuş kendini. Camiada hep çok sevilen bir isim olmuş. Toledo, genç paparazziler için "Onlar habere saldırmak zorunda, çünkü gazeteleri magazin dünyası yaşatıyor," diyor..
- Eskiden "Zozo Bey, buyurun oturun," derlerdi. Şimdi kulüplerin kapılarında mı bekleyeyim?
- Hiçbir zaman magazin müdürü olmak istemedim. Çünkü ben halk çocuğuydum yazmayı, fotoğraf çekmeyi seviyordum.
Kolları bilekliklerle, boynu kolyelerle dolu, masvavi gözlü, minyon ve enteresan bir adam Zozo Toledo. O
Türkiye'nin ilk paparazzisi. 77 yaşında ama hâlâ işinin başında.
VIP dergisinde çalışıyor, diğer gazetelerin magazin servislerine de bir ajans misali destek veriyor. Camiada herkes onu çok seviyor. Ama o günümüz paparazzilerine hiç benzemiyor. Ne görüntü ne de iş yapma şekli açısından. Bildiği altı dil sayesinde uluslararası festivallerin çoğunda görev yaptığından, Türk ünlülerin yanı sıra dünyaca ünlü isimlerle de çektirdiği yüzlerce fotoğafı var. Albümünü herkese gururla gösteriyor. Tabii çoğu kendi döneminin ünlü isimleri. Brigitte Bardot'dan tutun da Grace Kelly'ye, Elizabeth Taylor'dan Sean Connery'ye kadar... Bir dönem birlikte çalıştığı gazeteci Deniz Alphan onu şöyle anlatıyor: "Şimdiki paparazzilere göre çok ahlakçı bir yanı vardır. Diyelim iki çifti yemekte çekecek, oturma düzeninde birinin eşinin karşısına diğer adam gelmişse her iki yönden de çekim yapar. Ve yanlış anlaşılmaya sebep olmamak için çalıştığı yere, 'Her iki açıdan da fotoğraf kullanmayacaksanız hiç kullanmayın,' der. Cannes Film Festivali'ne giderken yanında geleneksel desenli tahta kaşıklar götürür, herkese hediye eder. Resmi davetlerde Celal Bayar'ın hediye ettiği çizgili pantolonu giyer. Yeri geldiğinde frak giyer. Laf gelsin istemez hiç..." Zozo Toledo'nun mesleğe başlama hikâyesi de ilginç. Her şey bir şakayla başlamış. İşte
Türkiye'nin ilk paparazzisinin ilginç hayat öyküsü...
- Mesleğe nasıl başladınız?
- Biz beş tane foto-muhabiriydik İstanbul'da, o zamanlar.
- İlk nerede başladınız işe?
- 1954'te
Akşam gazetesinde başladım. Ümit Deniz'di şefimiz. Ben o zaman daha bu işe girmeden masörlük yapıyorum. İstanbulspor'un masörüydüm.
- Öyle mi?
- Aslında daha önce başka şeyler de yaptım. 1931'de İstanbul'da doğdum ben. Babam İspanyol kökenli, annem Musevi. Babam ölüyor. Galata'da oturuyorduk. Annem Büyükada Yetimhanesi'nin müdürünün karısına elbise dikerdi. Annem diyor ki müdüre "Nolur benim oğlumu da al oraya, benim okutacak param yok." Düşün bir Yahudi, bir Rum yetimhanesinde. Orada hem tabak yıkıyorum hem okuyorum. Herkes beni çok severdi. Annem elbiselerimi tertemiz yapardı. Müdür dedi ki, geldiği zaman Patrik'e sen bakacaksın.
- Ben sizin okuma yazma bilmediğinizi duymuştum. Orada öğrenmediniz mi?
- Çok az öğrendim orada.
- Hâlâ öyle mi?
- Yok, şimdi var tabii. Pazar günleri Rum kadınları yetimhanede fakirlere yemek verirdi. Derken bir gün bir kadın bana "Küçük bir parça verir misin?" dedi. Ben de gittim en güzel parçayı ona getirdim. Aradan biraz geçti, "Bana bir bardak su verir misin?" dedi. Bizde normalde çocuklara sıcak su verilirdi. Gittim müdürün buzdolabından bir bardak soğuk su aldım verdim. 10 kuruş vermişti, hiç unutmam. Ve kadın gitti müdüre, "Ben bu çocuğu evlat edinmek istiyorum," dedi. Ben sekiz yaşımdayım. Müdür beni çağırdı. "Sen Musevi çocuksun. Biz buradaki çocukları bir süre sonra İstanbul'a, okula yolluyoruz. Ama seni ben oraya koyamam, o yüzden 13 yaşından sonra seni yollayacağım," dedi. "O zaman gelince yollarsınız," dedim. "Yok, bak bu kadın seni evlatlık istiyor," dedi. "Benim annem var ya," dedim. Derken ben bu kadının yanına İstanbul'a gidiyorum. Beni karşılıyor, evine alıyor, yemek yediriyor. Ve sonunda Kumbaracıbaşı'nda ben kocasıyla birlikte tabutçu oldum, tabut yapıyorum. Bir gün beni o tabutlardan birinden çıkıp korkuttu biri. Onun üzerine ben de oradan çıktım mobilya cilacısı oldum. Cila dokundu, bu sefer marangoz oldum. Derken en sonunda İstanbulspor'un masörü oldum.
- O nasıl oldu?
- Galatasaray maçlarını çok severdim. Beyoğluspor Kulübü vardı o zaman. Onun masörünü tanıyordum, dedim ki ben senin eşyalarını taşıyayım beni maçlara alsana. O da kabul etti. Ben de onu göre göre masör oldum. Sonra oradan da ayrıldım. O yaşlarda kulüplere, diskoteklere gidiyordum. Ajda Pekkan'la, Gönül Yazar'la filan tanışıyorum. Derken bir gün biz dört arkadaş Büyükada'dayız. O sene de Avrupa Güzellik Yarışması Büyükada'da yapılıyor. İçeriye girmek istiyorum, giremiyorum. O dönem sinemada gazoz satıyordum. Taksim'de bir şipşakçı vardı, Yorgo diye bir Rum, gazeteci aynı zamanda, ben de ona resim çektirirdim bazen. Güzellik yarışmasına giremiyorum, baktım Yorgo orada. Dedim "Bunun parasını versem beni içeri sokar mısın?" Bana makinesini verdi, "Gazeteciyim de, gir içeri," dedi. "Parayı vereyim," dedim, almadı. Ben de "Bak bu akşam burada çok eğlence olur ama son vapur 10'da. Bende kalırsın," dedim. Kabul etti. İki kişilerdi. Bir
Akşam gazetesinden Abbas Koralı, bir de Yorgo. Bu arada
Türkiye güzeliyle, İspanyol güzeliyle, İtalyan güzeliyle resim çektiriyorum yan yana.
- İspanyolca biliyorsunuz tabii...
- Altı dil var bende. Sonradan öğrendim. Neyse, o akşam ikisi bende kaldı. Ben de kızlarla resim çektirdim ya, "Bana bu resimleri verir misin?" dedim. "Gel hafta içi gazeteye ben sana veririm," dedi Abbas. Hafta içinde gittim resimlerimi almaya, yukarı çıktım. Abbas Koralı beni müdüre (istihbarat şefimiz Ümit Deniz), İspanyol muhabir diye tanıtıyor. Abbas bitirim. Ben de bitirim. Şiveli de konuşuyorum ya... Müdür de "Ben Madrid'e, Barselona'ya gittim," filan diyor. Bir şey sorsa yandım. Ben Tophane'de dünyaya gelmişim. Derken kafadan attım, "Siz Toledo'ya gittiniz mi?" dedim. "Yok, bilmiyorum," dedi. Soyadım Toledo ya, öyle attım.
- Sonra?
- Oturdum orada bir süre, Abbas işe gitti. Bana "Çay iç sen," dedi. Ben de Ümit Deniz'e sempatik davranıyorum. Derken bir iş çıktı. Ümit Deniz de bana "Jose Bey, size bir makine versek, Küçük Sahne açılıyor bugün, çeker misiniz?" dedi. Makine nasıl kullanılır haberim bile yok. Ben de Taksim'de Yorgo'ya gittim yine, "Bana bu işi çeker misin?" dedim. Çekti, çok güzel fotoğraflar tabii, bayıldılar. Bana da iki tane bilet verdiler, o tiyatroya gideyim diye. "Bunları yıkatın yukarıda," dediler. Çıktım baktım Abbas da orada, dedim "Abbas vaziyet böyle böyle, bu iş benim hoşuma da gitti." O da "Devam et," dedi. Ben de bıraktım masörlüğü, buna takıldım.
- Fotoğraf çekmeyi bilmemeniz sorun olmadı mı?
- Zamanla öğrendim. Ama
Akşam'dan aldığım parayı Abbas'a veriyorum. Benim de para kazanmam lazım.
Ekspres gazetesine çalışmaya başladım bir yandan. Fotoğraf çekiyorum oraya, fotoğrafları çektiğim insanlara da veriyorum aynı zamanda, para kazanıyorum. Böylece sosyete hayatına girdim. Sonra
Akşam'da yakaladılar beni, resim yıkarken. "Napıyorsun bu resimleri?" dediler, "
Ekspres'e veriyorum," dedim. "Niye bize vermiyorsun?" dediler. Derken
Akşam gazetesinde gece hayatı yapmaya başladım. Bu arada tam o sıralarda
Topkapı filmi çekiliyordu. Oyuncuları İstanbul'daydı. Aynı zamanda İran Şahı'nın karısı Süreyya da burada. Şah'la çocuk yapamıyor diye ayrılmışlardı. Filmin oyuncularından Maximilan Shell ve Süreyya aynı yerdelerdi bir gün. Onları çekmeye gittik.
Hürriyet o zaman haber ajansıydı.
Hürriyet'ten bir çocuk onları öpüşürken çekti. Sonra adamla kavga etmeye başladılar. İkisi de kan içinde kaldı. Ben de bir yandan onları çekiyorum. Sonra o fotoğrafları
Hürriyet'ten istediler. Sonra da oraya transfer oldum. Ve benim oraya gidişimle
Hafta Sonu dergisi doğdu. Ve ben
Hafta Sonu'nda 18 sene çalıştım.
- Daha sonra nerelerde çalıştınız?
- Oradayken bir yazı için Çetin Emeç'le tartıştım. Ve
Günaydın gazetesine geçtim. Bu sefer benimle beraber
Saklambaç doğdu.
Saklambaç'a hem dedikodu veriyorum, hem fotoroman yapıyorum. Sonra SABAH grubunda devam ettim. Dinç Bilgin döneminde de oradaydım.
Vizon dergisine de bakıyordum. O zamanlar Zafer Mutlu'yla Dinç Bilgin tavla oynardı, 100 dolarına. Ben de onların yanındaydım çok zaman, severlerdi beni çok. Kim kazansa 100 doları bana verirlerdi. O ara bütün dünya festivallerine gidiyorum işte. Çetin Emeç öldükten sonra
Hürriyet beni geri aldı bir dönem.
- O ara kaç yaşlarındasınız?
- 40 yaşıma gelmiştim. En son da
VIP'e geçtim işte. O zamanlar da magazinci çocuklara yardım ederdim, şimdi de ediyorum. Çünkü beni sokuyorlardı her yere. İyi yazardım bir de. Dedikodu yazmazdım fazla. Dedikoduyu da iyi bir şekilde yazardım yani.
- O en parlak olduğunuz dönemlerde neden magazin müdürü olmadınız?
- İstemedim. Çünkü ben halk çocuğuydum. Yazmayı, çekmeyi seviyordum. Bundan 15 sene önce paparazzi filan da yoktu. Sonra bu kavram çıktı ortaya. Ve bizim kapılar kapandı. Basına kapalı oldu her yer. Böylece bizim bütün eski çocuklar hep dışarıda kaldık. Ama çok şükür yine giriyoruz pek çok yere.