Önce Rehn'in sonra Barroso'nun açıklamaları basında bir kaç gündür devam eden bir tartışmayı uyandırdı. O tartışma
Newsweek dergisinin son sayısında yayınlanan birkaç yazıyla desteklendi. Neyi tartıştığımız apaçık belli:
acaba "başkalarının" veya "yabancıların" işimize karşıma hakları, yetkileri var mı? Tartışma bugün ortaya çıkmadı. Epey bir süredir devam ediyor ve bizim AB ile olan ilişkimizi, ABD ile olan etkileşimimiz yakından ilgilendiriyor. Türkiye'de
"ulusalcı cephe" diye bilinen çevrelerin bu konulardaki görüşleri malum. Onlara göre Türkiye ne AB'ye girmeli, ne ABD ile herhangi bir ilişki içinde olmalı. Türkiye onlardan kopabilirse kendi içine kapanabilecek, yabancıların veya dış dünyanın müdahalelerinden kurtulacak. Böylelikle hem ulusal onurunu koruyacak, hem antiemperyalist bir pozisyon alacak.
'
Yalnız benim ol' Gerek AB gerekse ABD ile birçok kişisel sorunu olan, bunları yazdığı kitaplarda (mesela,
Amerika Bu 11 Eylül'ü Çok Sevdi'de) açıkça ifade eden birisi olarak hemen söyleyeyim ki, bu görüşlerin hiçbirine katılmıyorum; hiçbir zaman da katılmadım. AB'nin
"kulukölesi" olmayı hiçbir zaman
kabul etmedim . ABD'nin bir
"uzak karakolu" gibi davranmanın da Türkiye'nin çıkarlarına aykırı düştüğünü başından beri savundum.
Ne var ki, bütün bunlara rağmen, AB'nin de ABD'nin de dışında kalmak, bugünkü dünyada kimsenin dokunamayacağı, kimsenin işine karışmayacağı bir devlet olmak tasavvuru, tahayyülü de bana bir o kadar yanlış geliyor . Yanlış, çünkü, bu hem olanaksızı istemek olur hem de eğer böyle bir şey gerçekleşirse Türkiye dünyadan kopmuş, yalnızlaşmış, kendi içine kapanmış bir ülkeye dönüşür. Kaldı ki, sermayenin bunca yüksek bir hızla dolaştığı, ekonomik küreselleşmenin bütün kötülüklerine rağmen bir gerçeklik olarak ortada durduğu bir dünyada söz konusu talep zaten olanaksızı istemektir. Üstelik Türkiye 1980'lerden beri bu ilişkilerin ağına girmiştir. Şimdi suyu tersine akıtmaya çalışmak boşa kürek çekmektir.
'El yüzüne bakma sakın sen...' Bu talepte bulunanlar, hemen belirteyim,
Türkiye'de 1930'ların kapalı, otoriter, devlet egemenliği günlerini hayal edenlerdir. Bu yaklaşımın altında otoriter devletçi bir rejim arayışı ve özlemi bulunmaktadır. Ama dünyanın 2000'lerden başlayarak içine girdiği yeni süreç de bambaşka bazı uygulamaları dayatıyor, istesek de istemesek de. Nedir o uygulamalar?
Her şeyden önce demokrasinin evrensel normlarının, hukukun üstünlüğünün bütün devletler ve toplumlar için dışına çıkılmaz bir çelik çember olarak kabulü. Westfalya sonrası düzende artık bir devletin şu ya da bu meseleyi "iç işim" diyerek ve bütünüyle kendi iradesi doğrultusunda tayin etmesi söz konusu değil. Bu sadece bir tercih meselesi de değil bizim açımızdan.
Karışmak-karıştırmak Çünkü, Türkiye bugün AB ile
tam üyelik konusunda müzakere sürdüren bir ülke. Bugün AB'ye karşı olmamızın en önemli nedenlerinden birisi "tam üyelik" için bir tarih almayışımız. Var mı, Türkiye'de bunu toptan reddeden? Yok! Peki, nasıl olacak bu durumda? Hem tam üye olmak istiyoruz hem de oradaki normu yok sayıyoruz. Hem tam üye olmak istiyoruz, "egemenlik devri"ne varana kadar bir dizi hukuksal düzenlemeye gidiyoruz hem her şeyi "bizim iç işimiz" diyerek değerlendiriyoruz.
Aynı şey ABD için de geçerli. Hem "stratejik ortak" olduğumuzu söylüyoruz, yani bizde olan her şeyi Amerika'nın neredeyse kendi meselesi olarak görmesini bekliyoruz hem de bize mümkün olduğunda "uzak durması" için can atıyoruz.
Bunlar olacak şeyler değil.
Yapılan değerlendirmeleri tartışmak ayrı meseledir, onları toptan ve daha işin başında reddetmek ayrı bir mesele. Türkiye kimse işimize
karışmasın derken galiba bazı şeyleri birbirine
karıştırıyor!
Yayın tarihi: 11 Nisan 2008, Cuma
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/04/11//kahraman.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.