kapat
Üye OlÜye Girişi
Bugünkü SABAH Gazetesi
  |  Benim şehrim | 25 Mart 2008, Salı
Son Dakika
ARAYIN
Google
Google Arama
atv
ABC
MEHMET BARLAS
BAŞYAZI

Denizi bilmeyen balıklar yerel kavgaları uluslararası zemine taşıyabilir

Acaba gerçekten denizi bilmeyen balıklar var mıdır? Belki balık çiftliklerindeki balıklar için böyle bir durum düşünülebilir. Ama neticede balık çiftlikleri de sınırlandırılmış bir denizin içinde değil mi?
Türkiye'deki siyasette birbirleriye kıyasıya iktidar kavgası yapan ve döneme göre "sağ-sol", döneme göre de "dinci-laikçi" kamplaşmalarını "siyasi rekabet"in gereğiymiş gibi sunan kadrolar, içinde bulundukları denizi bilmeyen balıklara benzemiyorlar mı?
Burası uzak okyanustaki dünyadan kopuk bir ada değil ki.
Hem bir Ortadoğu hem de bir Balkan ülkesiyiz "Avrupalı" olduğumuz kadar.
Uygarlıklar ve kültürler arasında "köprü" olduğumuzu varsayarsak, her köprünün en az iki ayağı olduğunu da bilmemiz gerekmez mi?
En güvenli ve çevresi istikrarla kuşatılmış İsviçre'de bile dört resmi dil (Almanca, Fransızca, İtalyanca, Romanca) var. Ulusal bütünlüklerinin mozaiğini "konfederasyon" içindeki dengelere dayamışlar. Protestanlığın kurucularından Cenevreli Calvin'in ülkesinde Katoliklik de, ülkenin Güneyindeki çoğunluk inancı.

Akılsız kadrolar
Bir de Türkiye'ye bakın.
Devrik Padişah 2'nci Abdülhamit, kendisini Japon İmparatoru Meji'yle mukayese eden muhaliflerini akılsızlıkla suçlarken mealen şöyle der:
- Biraderim İmparator Meji'nin hükümran olduğu adalarda, hepsi aynı ırktan, aynı dili konuşan insanlar yaşar. Çevreleri de denizle kuşatılmıştır. Her ırktan ve her dinden insanların yaşadığı Osmanlı'da ben demiryolu yapsam Ruslar tepki gösterir, reform yapsam Ermeniler bomba patlatırdı.
Sınırlarını denizden aşırıp dünyanın siyasi gerçekleriyle karşılaştıktan sonra Japonya'nın başına gelenleri ne Abdülhamit ne de Meji görebildi. Meji'nin torunu Hirohito, bu ülkenin kaderini yayılmacı militarizme teslim etmişti çünkü.
Aynı şekilde Osmanlı'nın jeopolitiğini yanlış değerlendiren İttihatçıların, sonunda devleti ne tür bir yenilgiye ve parçalanmaya sürüklediklerini, bizler yaşayarak gördük.

Yerelde kalmak
Bu gerçekleri çok iyi değerlendiren Atatürk ve Cumhuriyet'i kuran kadrolar, içerideki siyaseti dünya konjonktürü ile ters düşürmemeye hep özen gösterdiler.
Cumhuriyet'in genlerindeki bu bilgiler sayesinde 2'nci Dünya Savaşı'nın bile dışında kalabildik... Rejimlerin ve hatta haritaların değişmesinin yadırganmadığı bu coğrafyada bütünlüğümüzü koruyabildik. "Değişim" e bazen hızlı, bazen gecikmeli olsa bile, hep uyum gösterdik. Demokrasiye geçtik ve Soğuk Savaş'ta kendimizi Sovyet yayılmasına karşı "Batı İttifakı" içinde güvenceye aldık.
İçerideki iktidar kavgaları, kamplaşmalar, darbeler hep "yerel"de tutuldu.
Bunu bir kez, 1974'te Kıbrıs Krizi'nde unuttuk. Örtülü bir iç savaş, ekonomik krizler ve dış izolasyon yaşadık. 12 Eylül darbesine dayandı bu süreç. O dönemde "Kürt Realitesi" bir global olay haline dönüştü.
Sonra yeniden dünya gerçeklerinin yörüngesine oturtulduk. Demokrasiye döndük.
Bugün ise iktidar kavgasını yapanlar, yine içinde bulunduğumuz denizi unutmuş görüntüdeler.
Hemen alt yanımızdaki Irak'ı falan görmüyorlar sanki.

Trajik sonuçlar
Burada demokrasinin rafa kaldırılmış bir görüntüye girmesinin bile mesela Güneydoğu'da ne tür sonuçlara yol açacağı hesap edilmiyor.
Avrupa Birliği üyelik projesi yalnızca bir ekonomik olay gibi algılanıyor bazılarınca. Demokrasi içinde Avrupa ile entegrasyonun, aynı zamanda ülke bütünlüğünün geleceğe dönük güvencesi olacağı düşünülmüyor.
Türkiye'nin her "ulusal sorun" unun bu jeopolitik konum nedeniyle aynı zamanda "uluslararası sorun" da olduğu hesaba alınmıyor.
Dünya konjonktürünü ıskalayan akılsız ama muhteris kadroların Yugoslavya'yı, Irak'ı sürüklediği felaketler hatırlanmıyor.
Kendi halklarını birleştiren değil ayıran öğeleri vurgulamayı siyaset etmek zanneden basiretsiz oligarşilerin, sonunda iç savaşlara zemin hazırladığı görülmüyor.
Acaba bunlar deniz balığı değil de tatlısu balıkları mı?