|
Zeki Demirkubuz: "Benim sinemamda dinsel bir öz var"
|
|
Zeki Demirkubuz pek medyada görünmeyen bir sinemacı. "Yazgı" adlı filminin İngiltere'de gösterime girmesi üzerine saygın Guardian ona Türkçe gazetelerden daha fazla ilgi gösterdi.
Zeki Demirkubuz farklı bir sanatçı. Kendilerine "sanatçı" yaftası asıp her gün gazete sayfalarını ve ekranları işgal eden, kerameti kendinden menkul sanatçılardan değil o... Sadece işini yapmayı seçmiş, övgü ve ilgiyi bizden çok Batı'nın gerçek sanat çevrelerinden almaya razı olmuş, yüreğini medya ışıkları altında boy göstermekten çok has eserler yaratmaya ayırmış sanatçılardan. O kadar az ki bizde böyleleri... Ve geçenlerde, "Yazgı" adlı filminin İngiltere'de gösterime çıkması nedeniyle, saygın Guardian gazetesi uzun bir eleştiri ve röportaj yayınladı. Övgü dolu... Onunla konuşmakta geciktim, herkes üzerine atlayacak diye korktum. Nerede? Onunla kapsamlı konuşmak, bana nasip oldu. Ama o da herkesle konuşur muydu, bilmiyorum. Çünkü bana da hemen olur demedi. Evet, böyleleri de var!.. Ona önce 12 Eylül 1980 darbesi sonrasında hapiste geçirdiği günleri sordum. "Bu aslında çok ön plana çıkarmak istediğim bir konu değil. Bu, beni eksantrik bir hikayeye sahip biri haline getiriyor. O yıllarda yaşanan binlerce, on binlerce hikayeden biri bu." Biraz düşünüyor ve devam ediyor: "Evet, acı bir deneydi. Ama acı çekmeyi ya da kötülüğü bir tür olgunlaşma deneyimi diye görürüm. Acı fizikseldi ve maneviydi. Guardian'da çıkan yazıda beni o hapislik döneminin yönetmen yaptığı yazıldı. Öyle bir şey hiç söylemedim. O hapislik, kimilerini sakat bıraktı, kimilerinin hayatına maloldu. Beniyse değiştirdi, olgunlaştırdı. Ama yönetmen olmak? O başka bir macera." O macera nasıl başladı peki? Zeki, gençliğinde edebiyatçı olmak istemiş. "Kuşku duymama, soru sormama en çok sebep olan kaynaktır edebiyat." Hapis sonrasında, söz etmek istemediği bir dönem yaşamış: maddi zorluklarla dolu... "Başka bir dünyam, bambaşka bir hayatım vardı. Uzun yıllar işportacılık yaptım. Ama hep yazıyordum, öyküler, notlar." Günün birinde bunları alıp "hayatında ilk defa" Beyoğlu'na gelmiş. Bir yönetmeni aramak için... Onu bulamamış ama Zeki Ökten'i bulmuş. "Okudu, bunlardan film olmaz dedi. Ama o arada aramızda bir ağbi- kardeş ilişkisi kuruldu. Ona asistanlık yaptım."
EDEBİYAT ETKİSİ Zeki, en çok Dostoyevski ve Camus'den etkilenmiş. Hemen tüm filmlerinde bu yazarlardan ve "Suç ve Ceza", "Yabancı" gibi başyapıtlarından açık esinlenmeler var. Aslında onları on 10 yıl içinde keşfetmiş. "Böylesi daha iyi. Gençken, bu yazarları gerçek anlamda anlamak mümkün değil. Ancak olgun yaşta anlaşılır." Zeki yeni filminin kurgusunu yapıyor. Film, "Masumiyet"in kahramanlarının gençlik yıllarına götürecek bizi: "O film, kötülüğün ya da günahın bizi nerelere götürebileceğinin hikayesiydi. Ya da, Ahmet Altan'ın dediği gibi, erdemli olana bunlarla da gidilebileceğinin filmiydi. Oysa bu film, saf anlamında bir aşk filmi. Yani bir anlık, 'arzunun o belirsiz nesnesi' dediğimiz şeyle ilgili. Bir yüzün bir anda nasıl içimize girebileceğinin ve bütün hayatımızı esir alabileceğinin hikayesi." Filmde Derya Alabora ve Haluk Bilginer'in gençliklerini, Vildan Atasever ve "Bekleme Odası"nda gördüğümüz Ufuk Bayraktar oynuyor. Zeki ikisinden de çok umutlu: "O çocuğu kahvede garsonluk yaparken bulmuştum. Ama öylesine yetenekli ki... Önümüzdeki aylarda film gösterilince, oyunculuk kavramı üzerine büyük tartışma açacak, eminim. Bana göre en az Cem Yılmaz ya da Yılmaz Güney kadar büyük bir oyuncu çıktı." Ama yine de onu hemen görmeyi ummayın. Çünkü film, dünya galasını Cannes ya da Venedik şenliklerinden birinde yapacak, sonra bize gelecek.
|