Hurma ağacının altında...
Hani derler ya "Tiyatroculuk bir yaşam biçimidir..." "Gazetecilik, doktorluk bir yaşam biçimidir..." Gerçekten mesleklerimiz bizim yaşam biçimimiz midir? Yoksa bir yaşam biçimi yaratıp, onun içine mesleğimizi mi yerleştirmeliyiz? Ben oldum olası çok çalışan bir insanım... Bir akıntıya kapılmış oraya buraya sürükleniyor değilim... Yaşam nehri ırmaklarla, göllerle beslenir; büyük yaşam okyanusuna akar... Yaşam nehrinin akıntısına bırakırım kendimi... Gücümü, yaratıcılığımı, nerelere kadar gitmeye soluğumun yeteceğini merak ederim... Arada bir nehrin kenarına tutunur, soluklanırım... Nehrin aktığı yana değil, akıntıya karşı yüzmek geldi mi içimden, başlarım ters tarafa doğru yüzmeye... Hızla önünden geçip gittiklerimi, fark etmediklerimi, ıskaladıklarımı, güzelliklerini fark edemediklerimi daha yoğun bir emek harcayarak yeniden görmeye çalışırım. Bezen sudan çıkar, onu besleyen kaynaklara, ırmaklara, göllere doğru yürürüm. Suyun hızlandığı yerlerde kıyıdaki sazlara, kayalara tutunup soluklanırım. Akıntıdan nasılsa kendini ayırmış, kenardaki bir çıkıntıya yerleşmiş minik gölcükler de vardır... Nehir kenarındaki nilüferler, zambaklar dinlenir oralarda... Peki, siz hiç su kenarında hurma ağacı gördünüz mü? Az rastlanır... Günün birinde içinde debelendiğiniz, hızla akan suyun kenarında bir hurma ağacına rastlarsanız hemen tutunun yapraklarına... Dalları cılız gibi durur ama siz aldırmayın. Yapışın dalına, yerleşin gölgesine... Aylı gecelerden, güneşli günlerden damıttığı öyküler anlatır size hurma ağaçları... Ben oldum olası, işimin yaşam biçimim olmaması için uğraştım durdum. "Mesleğim özgün bir yaşam biçiminin parçası olursa daha parıldayan işler yaparım... Hem mesleğimin her alanında hem de istediğim alanda kendimi sınarım" diye düşündüm. Hepimizin amacı yaşamdan biriktirebildiklerini, deneylerini başkalarıyla herhangi bir biçimde paylaşmak değil mi? Belki de yarışların en zorlusu kendimizle olan yarış. Yaptığımız işlerde sınırları nasıl zorlayacağımızı hepimiz merak etmiyor muyuz? "Yaptığım işle, kurduğum yaşam biçimiyle yaşama nasıl bir yorum getiriyorum?" sorusu kafamızı zorlayan temel sorunlardan birisi değil mi? Koyun gibi kafayı eğm i y o r s a k eğer, her yaşama biçimi, bir karşı duruş, bir tavır takınma değil mi? Ortaya koymaya çalıştığımız yaşam biçimleri bizim insanlığı nasıl kucaklamak istediğimizin göstergesidir. Yaşam biçimlerimiz, dünyaya getirdiğimiz yorumdan başka bir şey değildir. Bu yüzden merak eden, sorgulayan, asal işlerinin dışındaki işlerle uğraşanlar daha keyifli yaşamlar sürüyor. Kendilerini mesleklerinin başka işlerde de sınayanlar, ufuklarının ne kadar genişleyeceğini merak edenler çok daha zengin oluyor. Zenginlik dediğimiz göreceli bir kavram... Paradan puldan söz etmediğim kesin. Başka zenginliklerden söz ediyorum. Hem bireysel tarihimizi hem de dünya tarihinin neresinde durduğumuzu bilmek, anlamak ve bütün önyargılardan arındırarak yorumlamak gerekir. Özgün bir yaşam biçimi, bir ütopya oluşturmak istiyorsak ve onu gerçekleştirmeye çalışacaksak bu böyle... Bence her karşı yaşama biçimi, arayışı, varoluş tavrı kişinin kendini özgürleştirmesine açılan bir kapıdır... Kapının arkasında özgün, toplumsal olana duyarlı, düş kurabilen hem akıllı hem duygusal bir birey olmanın sırları gizli... Çağdaş sivil toplum yaratabilmek için önce çağdaş sivil bireyler olmamız gerekiyor. Bunun da temel şartı işinizin yaşam biçiminizi belirlemesine, şekillendirmesine direnmekten geçiyor. Bırakın işiniz sizin kurduğunuz varolma biçiminizin bir parçası olsun. Benim yaptığımı yapın... Atın kendinizi bir hurma ağacının altına... Düş kurun... Nasıl bir yaşam biçimi istiyorsunuz? Kurun ütopyanızı... Yokistanınızı... Sonra da var etmeye çalışın...
|