Okumadan, yazmadan yüzde 90 okur-yazar!
Yetersiz, kalitesiz, eşitsiz, imkansız eğitim ve öğretimden yakınıyorsanız, elbette haklısınız. Bir mağdur olarak da, bir mağrur olarak da. Takılmış, elenmiş olarak da, tırmanmış, bilenmiş olarak da. Lakin, bir de kendimize ait bir alan, bir mekan, bir zaman var. Okulla ilgisi olmayan, hangi yaşta ve ne koşullarda isek, kendi imkanlarımız dahilinde şu kafamızı çalıştırabileceğimiz bir ortam. Pespayeleşen "kafayı çalıştır" tavsiyesinden öte, sorarak, sorgulayarak, okuyarak, izleyerek, okuduğundan izlediğinden sonuçlar çıkarmaya çabalayarak, kendi hayatınla dünya ahvali arasında bağlantılar kurarak. İnançlıysan, inandıklarınla olan biteni, kendini; bilgiler, bildiğini sandıkların, olması gerekenler gibi süzgeçlerden durmadan geçirerek... Başka inandıkların varsa, onları yeniden yeniden değerlendirerek, yüreğinle aklın arasında bağlar oluşturarak kafayı çalıştırmak. "Yorma kafanı" telkinlerine inat, hayatın sadmeleriyle yorulup duran bedeninin üstündeki kafanın içinde bir beyin olduğunu hatırlamak. Ve her şeyi bilmeyi, her şeyi bildikleri için de hayatınıza dair her karar ve müdahaleye sonsuz bir hakkı kendine yakıştıranlara inat... Onları daha çok yorabilmek için kendi kafanı yormak.
*** Resmen yüzde 90'ı aşan "okur-yazarlık" oranının "okur ve yazar" manaları açısından tam neresinde olduğunu biraz idrak etmeye çalışmak belki de işin başı: Ne okurum... Ne yazarım! Gazetesiz günler... Kitapsız evler... Bir satır okunmayan şıkıdım tatiller... Sorusuz, sorgusuz, meraksız öğrenciler, öğretenler, gazete bile okumayan gazeteciler... Sadece yoksullukla, yoksunlukla, zamanla, geçimle orantılı bir "resmi cehalet" meselesi değil ki. Servetle, varlıkla, görmüşlükle, imkanla, boş zamanla, öğretimle, erişimle de orantısız öksüz, kurak, çorak, renksiz bir okur yazarlık bu. İsteksiz, hevessiz, umursamaz. Çoğu varlıklı, orta halliden iyice ailelerden, Türkiye ortalamasının üstünde öğretimlerden gelen, üstelik elemeler, sınavlar filan da atlayarak üniversiteli olmuş gençlerin karşısında, tahtaya bir elli küsur yazar, düşünür ismi sıralardım ilk derslerde... Kitaplarını kolayca bulabileceğiniz, en azından bir kitapçıda "best seller" bile ararsanız şöyle bir görmüş olarak bir yerlerden hatırlayabileceğiniz isimler. Birinci soru: Hangilerinden bir şey okudunuz? İkinci soru: Hangilerinin ismini biliyorsunuz? Üçüncü soru: Hangilerini şöyle bir duydunuz? Dördüncü soru: Yapmayın, bu kadarcık mı? Dördüncü soruya ek: Bir kitabına bile rastlamadınız, bir yerlerde adını bile duymadınız mı?
*** Bu başka bir şey! Eğer, böyle bir manzarayı zorunlu ilköğretimlerin müfredatına, eğitimin niteliğine doğrudan bağlayacaksak, zaten facia. Eğer ailelere bağlayacaksak, zaten afet. Ama bir de kişinin kendisi var. Ömrü boyunca bir şeyler öğrendiğini, daha beteri, çok şey bildiğini zanneden, bununla iş yapan, aile kuran, çocuk yetiştiren, siyaset yapan, oy veren, sorunların ve çözümlerin farkında olduğunu sanan, başka insanlarla ilişkilere giren, dostluk yapan, kavga eden, dünyayı kavradığını düşünen... İnsanlığın binlerce yıllık birikimi üstünde, bu birikimin sadece "tüketilen" teknolojisiyle, modasıyla, genel geçer değerleriyle, dizileriyle, yüzeysellikleriyle haşır neşir vaziyette, yanılsamalar içinde yuvarlanıp duran bireyin kendisi. Okumadan, yazmadan yüzde 90 okuryazar! Harika!
|