Öfke ve patlama
İstanbul'daki NATO zirvesiyle biten zirveler zincirinin ardından toz toprak da biraz yatıştıktan sonra yeni bir düzenin şekillenmekte olduğu görülüyor. Geçen ay içinde ortaya çıkan belgelere, bunların içindeki fikirlere daha uzun süreli bir perspektif içinde bakıldığında yeni düzenin yapısal unsurlarını görmek kolaylaşıyor. Yani, 11 Eylül ve Irak savaşı gibi derin çalkantılara yol açan gelişmeler daha derinde bulunan eğilimleri ancak bir ölçüde etkiliyor. Son dönemin en sıcak gündem maddesi bağlamında söylemek gerekirse, Ortadoğu'nun dönüşümü aslında uzun zamandır arzulanan bir gelişmeydi. 11 Eylül ve Irak savaşı yalnızca bu hedefe varılmasındaki aciliyeti ortaya çıkardı. Bu aciliyetin vurgulanmasına yol açan ise bir yanıyla kuşkusuz El Kaide benzeri bir örgütün yapabileceklerinin boyutunun anlaşılmasıydı. Diğer yanıyla ise bu aciliyeti ortaya çıkaran, bölgenin ürettiği durağanlık ve çürümenin yol açtığı öfke patlamasıydı. Üstelik kolaycı yaklaşımların aksine bu öfke patlaması salt yoksullukla açıklanabilecek bir olgu da değildi. Gerek dünyanın başka bölgelerinde çok daha feci yoksulluk öbeklerinin bulunuşu, gerekse öfke ve şiddetin siyasetini sürdürenlerin sınıfsal niteliği buna delalet ediyordu.
Türkiye kilit ülke Ortadoğu'nun bu durağanlığı yalnızca emperyalistlerin politikalarının sonucu da değildi. Arap sisteminde petrolü olsun olmasın, tüm rejimleri ayakta tutan petrol gelirlerinin muazzam rantı düzenin değişmemesinin baş amiliydi. Petrolün akışını her şeyden fazla önemseyenler de uluslararası sistemi tehdit etmeyen çürümüş rejimleri fazla sıkıştırmadı. 11 Eylül'le birlikte bu suç ortaklığının sonu ilan edildi. Ancak bu düzenin süremeyeceği ve köklü değişikliklerin gerektiği inancı daha önceden de ABD yönetimlerinde taraftar bulmaya başlamıştı. ABD politikalarındaki bu derin sürekliliğin izleri Başkan Clinton'un Millet Meclisi'nde, Başkan Bush'un ise Galatasaray Üniversitesi'nde yaptığı konuşmaları karşılaştırınca iyice ortaya çıkıyor. Clinton Meclis'e "Her tarafınız demokrasiye ve barışa karşı aktif düşmanlık gösteren ya da demokrasi ve barışa kavuşabilmede ciddi engellerle karşılaşılan komşularla çevrili" demişti. Buradan Ortadoğu için iyi veya kötü iki senaryo çıkabilirdi. İyi senaryoda "güçlü bir Türkiye'nin dünyanın kavşak noktalarında, üç büyük inancın buluştuğu yerde hakkı olan rolü oynamasını gerektiren" bir vizyonun ortaya çıkması gerekiyordu. Bu nedenle Türkiye 21. yüzyılın kilit ülkesi olacaktı.
Sorumluluğun gereği Clinton'un beş yıl önce daha ortada ne Helsinki, ne AKP, ne de Irak varken söylediği bu sözlerin altındaki siyasi mantığı, geçen hafta Başkan Bush da tekrarladı. Başkan, 60 yıldır Amerikan yönetimlerinin ve diğer Batılılar'ın özgürlüğe karşı baskıcı rejimlere destek vermelerinin yarattığı güvensizliğin altını çizdi. Bu açıdan bakıldığında mesajı verenin kredibilite sorununa rağmen mesajdaki adalet, özgürlük ve demokrasi vurgusunun siyasi bir gereklilikten beslendiği açıktı. Bu bağlamda Başkan, Türkiye'deki demokrasinin, Türkiye'nin AB üyeliğinin Ortadoğu kadar dünyanın gelecekteki düzeni açısından da önemini yineledi. Bu duruşun yüklediği sorumluluk Türkiye'nin kendi sorunlarını, kendi siyasi süreçleriyle çözmesinin zaruretine de işaret ediyor. Başörtüsüyle ilgili AİHM kararının ardından düğün yapmak veya karalar bağlamaktansa, bu sorunu halletmek için gerekli mutabakatın nasıl yaratılacağını düşünmek de bu sorumluluğun gereklerinden biri sayılmalıdır.
|