|
|
Hayatı ciddiye almak!
GEÇEN hafta sonu Paris'te "çok ağır" bir öykü dinledim. Öykünün kahramanı da anlatıcısı da aynı adam. Bir dost ortamında "dost" olduğum, 30 yıla yakındır Paris'te yaşayan ve hayata, hayatı boş vermeye "Paris sokakları"nda devam eden orta yaşlı bir adam. Adını vermiyorum, veremem de. Ama dünyanın en şirin adamlarından biri olduğunu baştan söyleyebilirim. Kısacası, hayatı hafife alan, hafifleten, lügatında üzüntü ve sinirlenme olmadığı gibi hayalleri de bulunmayan, projelerini "kiler"e kaldıran, neşe ve kahkahadan başka refleks tanımayan, dünya yansa umurunda olmayan bir sergüzeşti! Doğrusu, her Paris seyahatimde bir biçimde buluşmak istemişimdir onunla, arar bulur, keyifli, şakalı sohbetler, yemeklerle gelip geçerdi saatler. Bitiminde, bir kuş gibi hafiflerdim; çünkü, gözümüzden yaşlar gelecek kadar gülüp durmuşuzdur sayesinde.. Bu kez de öyle oldu ama bir şey daha oldu. İlk kez ağladı, ağlattı! Dost kalabalığının dağıldığı bir anda, bir iki saat kadar baş başa kaldık, yüz yüze, "derin" bir sohbet ettik! Patavatsızca belki ama birdenbire "hiçbir şeyi iplemiyorsun, dalgacının ve boş vermişin tekisin yahu!" diye şaka yollu takıldım ona! Bir an durdu, gözlerini karşıya dikti, dakikalarca hiç konuşmadı. Arada, özür diler gibi; "alındın mı?" diye sordum!... "Hayır, hayır!" dedi. Ve geçmişine dair bir hikaye "gerçek bir olay" anlatmaya başladı. Birdenbire şunu da fark etmiştim ki defalarca görüşmemize rağmen, Paris'te geçirdiği maziye ilişkin o güne kadar tek kelime dahi anlatmamış ve tek kelime dahi sormamışız, sormamışım.!.
Aslında iki üniversite diploması olan, Paris'e geldiği ilk yıllarda "muhteşem başarılar"la dolu iş yaşamı geçiren, gönüllere, dillere destan bir aşkla evlenip iki de çocuğu olan, 70'lerin, 80'lerin, hatta 90'ların "galip"lerindendir adamımız.. Ama... Beş yıl önce bir sohbahar günü alır haberi. Arayan, ayrıldığı Fransız eşi; "Kızımızın başına bir felekat geldi.. Doktor kontrolünde, hemen gel!" Hemen gider hastaneye. Kızı, harap haldedir.. Yüzü gözü mosmor, bütün vücudu, eti, teni yaralıdır.. Kaç zamandır görmemiştir kızını; on yıl önce boşandığı için parçalanmışlık duygusu da vardır zaten.. Kızının başına gelenleri öğrendiğindeyse deliye döner. Kızı, okulla gidilen gençlik kampının kuytu noktalarında, bir gece yarısı dört kişi tarafından tecavüze uğramış, kanıt, kayıt olmasın diye öldüresiye dövülmüş, öylesine bırakılmıştır. Bir yandan, kızının hayata dönmesi için Tanrı'ya dua ederken, diğer yandan "o dört kişi"yi nerede ve nasıl öldüreceğinin planlarını yapar. Derken, bir süre sonra, kızı taburcu edilir hastaneden. Ancak, hayata dönmemiştir; hiç konuşmayan, sayıklayan, acılar çeken, kapanan bir genç kızdır artık. Ve bir sabah bakar ki.. Kızı, kalınca bir ipi boynuna geçirip, asmıştır kendini.. Bu kez konuşmayan, hayata küsen kendisi olur. Bu arada öğrenir ki kızına tecavüz eden alçaklar, delil yetersizliğinden serbest bırakılmış, uçup gitmişlerdir bile.. Zaman da uçup gider bir yandan; adamımız, üç beş ay sonra, işini, hayatını tasfiye edip yeni bir hayat stili kararı alır birdenbire! İşte ben, o karar sonrasında tanıdım kendisini; "Bazen hiç ölmeyecekmiş gibi, bazen de acele, telaşlı, umarsız ve az sonra ölecekmiş gibi" yaşamaya karar verdiği sırada!
Ve ben. Bu "ağır öykü"yle Paris'ten döndüğüm sırada, her ayrıntının muhteşem başlayıp devam ettiği bir film setine koşuyorum.. Bir sinema sevdalısı, bir akraba olarak.. O filmin doğumuna, o filmin bir "ada"ya varmasına, o film ekibinin bir aileye dönüştüğüne tanık olan biri olarak.. Tabii ki o filmin olağanüstü bir "yüz"ünün, genç bir oyuncusunun, harikulade bir eğitimin ardından ilk sinema deneyimine, ilk repliklerine göz ve kulak tanıklığı yapan biri olarak da. Ve aynı akşam ki.. Birkaç dakika yüzyüze gelip de hafızama yerleşen o "genç yüz"ün "bu dünya"dan ayrıldığına ilişkin habere de kulak veriyorum. Bir kez daha "bir ölümün ağırlığı" çöküyor üstüme.. Hayat ve neşeden kopuyorum. Boğuluyorum.
Aradan, çok değil üç beş saat geçiyor. Çeyrek asırlık bir tanışma serüvenine uzandığım. Ve bu serüvene.. Dünyayı daha güzel kılmak için bir Ege kentinin sokaklarındaki omuz omuza olmaları.. Sonraki zamanlarda "eski tüfekler"e anılar sormayı, yarenlik etmeyi. Yine, hiç aksatmadan her yaz akşamında, İzmir imbatlarına göğüs gererek yapılan şakaları, dostlukları, tevazu dolu günleri.. Yakın zamanlardaysa, hayata, sanata, kültüre, müziğe değer katmış yıldızlarımıza, "bir yudum vefa ve değer verme" heyecanlarını yerleştirdiğimiz. Dostum, kahkaha arkadaşım ve her kesimden, her yaştan yurttaşın deyimiyle "iyi ve genç adam Ahmet Piriştina"yı kaybettiğimizi öğreniyorum. Hayatında hiç "boş bir vakit" olmayan Ahmet Abi'yi.. En yakın dostlarından Ünal Ersözlü'nün ifadesiyle "Hayatın anlamını hep alkışlarda arayan ve alkışlanmak için hep koşup, çalışıp, duran adam"ı... Ve elbette 24 saat gibi kısa bir zaman diliminde "üç ölüm" fazla geliyordu insana!..
|