Sorun İslam mı, insan mı?
İslam Konferansı Örgütü (İKÖ) Dışişleri Bakanları toplantısı iki gündür İstanbul'da devam ediyor. İKÖ Zirvesi'nde önceki gün ve dün yapılan konuşmaları dinleyip, okuduğumuzda aklımıza şu sorular takıldı: Acaba, Müslümanlar'ın yıllardır çektiği acıların kaynağı, sadece Müslüman dini mi? Bunda, İslam'ı toplumlar üzerinde silah olarak kullananların katkısı yok mu? Müslümanlığın insanlığa olumlu katkısı kadar, insanlığın Müslümanlığın bu şekilde algılanmasına etkisi olmadı mı? Sorun İslam mı, insan mı? İktidarın devamı, sömürü için Müslümanlık manivela olarak hiç mi kullanılmadı? İslam dini bunun sonucu olarak, şiddet, gericilik, diktatör yönetimlerin kaynağı olarak tanınmadı mı? Oysa 1200'lü yıllardan bu yana bilimin, modernleşmenin, hoşgörünün kaynağı İslam, bugün neden çağdışılığın temsil edildiği bir din gibi algılanıyor? İslam din adamları, neden her türlü gelişime, yeniliğe, çözüme karşı çıkan, birilerinin iktidarını devam ettirmek için hurafeler üretenler olarak karşımıza çıkarılıyor? Müslüman ülkelerde yaratıcılığı, çağa uyum sağlamayı başaran, ulus bilinci ile hareket edip ülkeyi modern bir yönetim anlayışına taşıyanlar neden "kafir-dinsiz" olarak isimlendiriliyor? Haydi yöneticiler kendi iktidarlarını sürdürebilmenin afyonu olarak dini kullanıyor. Peki ya toplumlar? Bunlara ayak direyeceğine, adım uydurma kolaycılığına neden kaçıyor? Hem de kendi özünden, yaşadığı toplum geleneğinden soyutlanarak. Hatta içinde bulunduğu, bir nüvesi oldu- ğu ulusun tarihsel gelişimiyle ters düşme pahasına... Değişime direnç Şimdi şunu kabul etmek gerekiyor: 1900'lü yılların ortalarından itibaren daha radikal değişim gösteren Müslüman dininin, eskisi gibi hoşgörülü, gelişime açık, bilim adamlarını ve düşünürlerini yetiştirdiği döneme süratle dönmesini beklemek zor. Acımasız bir direniş gösterme özelliği olan dinin, değişime ayak uydurması için üzerindeki demokratik baskının sürekliliği gerekiyor. Daha birkaç yıl öncesine kadar Usame Bin Ladin'i alkışlayanlar, bugün de "Nasılsa ölenler gavur, bırakalım biraz daha ölsünler" diyebilme cesaretine sahip olabiliyorsa, bu demokratik baskıya daha fazla ihtiyaç duyuluyor. Değişime de önce bu zihniyetlere prim vermeyerek başlanması gerekiyor. "Demokratik hak" söylemi altında bu düşünceye sahip olanlar, yönetimler tarafından korumaya alındığında, sonucunun neler getirdiği yakın geçmişte Akdeniz çanağının doğusundaki gelişmelere bakılarak görülmeli. Yanlış giden ne? Geçen yıl, Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün İran'da, önceki gün de Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer'in İstanbul'da, dile getirdiği gibi önce "Yanlış giden ne?" sorusuna yanıt bulunmalı. Bu sorunun yanıtına, İslam ülkeleri liderlerinin önce yaşadığı çağın gerektirdiği modern yaşamı, evrensel değerleri kabul etmeleri ve irdeleme cesaretine kavuşmalarıyla başlanmalı. Bunun için de Sezer'in de önceki günkü konuşmasında vurguladığı şu söze dikkat edilmeli: "Konu, Ortadoğu bölgesinde demokrasinin yeşerip kökleşmesi fikrinin gerçekçi olup olmadığından çok, demokrasi özlemlerinin nasıl karşılanabileceği, demokratikleşmenin nasıl yaşama geçirilebileceğidir. Bölge liderleri, bu konuda cesur ve uzak görüşlü adımlara öncülük yapabildikleri ölçüde ülkelerinin tarihinde iz bırakacaklardır. Özeleştiri, bu sürecin en önemli parçasıdır..." Yapılmadığı takdirde, birilerinin bir şekilde bunu yaptıracağını da herkesin kabul etmesi gerekir. Önce de İstanbul'da İKÖ zirvesinde bunlar tartışılırken, birkaç kilometre uzağında giyim kuşamlarından, yaşam biçimlerine kadar değişime ayak diremeye devam edenlerin... "Oldu mu be Ahmet abi..." Hep acelecilik, bir şeyleri çabuk bitirme çaban vardı... Özünden hiç taviz vermeyen Piriştina lehçenle "Hadi bakalım abim, geç kalıyoruz, daha çok işimiz var be..." deyip ayrıldın yanımızdan. "İzmir Büyükşehir'de işler bitmez" dediğimizde, "Olur mu be ya..." diye tepki koydun... Bir ay geçti görüşmeyeli... Hani dün de Ankara'ya gelmeye söz vermiştin... İki gün sonra da Levent'i evlendirecektin... "Oldu mu be Ahmet abi?..."
|