Yarından önce, bugün, yavaş yavaş ölürken...
Çevre gününe "Yarından sonra" filmi denk gelir; seyreden "vay anasını" der, hayret ki hayret, çıkar gider. Dünya yine döner. Her gün olanların olması gerekenler olduğuna inanmaya devam ederiz. Sıfır duyarlılıktan fazla fazla "hayret" seviyesine terfi eden bilme ve bilinç oluşturma kabiliyetimiz, kuma gömdüğümüz devekuşu kafamızı az daha kalınlaştırmıştır, o kadar. Gerisi boyumuzu, haddimizi, gücümüzü ve maalesef ömrümüzü aşar. Gündelik dertlerin arasına gömülürken... Tam da böyle olduğumuz için, küçük hayretler, minik öfkeler arasında, kayıtsızlık adeta var olmamızın temel şartı haline geldiğinden, sebep-sonuç ilişkileri ile insanoğlunun "değiştirme, dönüştürme" potansiyeli rüzgâra karışıp uçar. Öykündüğümüz "tüketici" hayat tarzlarının, tam da doğanın ve insanın felaketini şiddetlendiren kusmukları olduğunu... "Zenginlik ve gelişme" adına bildik modellerle onların peşinde helak edici koşuşturmacaların doğaya ve türümüze en derin ihanetleri beslediğini niye düşünelim ki! Bunların, güç, servet, zenginlik, teknoloji, "iyi yaşam kalitesi" gibi hiyerarşilerin marifeti olduğunu... Dünyaya bu menzillerde "örnek, model" sayılanların, şimdi hepimizden önce tespit ettikleri felaketlerin başlıca sorumlusu olduğunu neden idrak edelim ki! Bu omuzlar bu denli sorumluluk, bu yürekler bu kadar öfke, bu beyinler bu kıvamda merak-bilgi-bilinç kaldırmaz ki!
Oysa, altımızda; Teknoloji, finansal güç, askeri kuvvet, eğlence ve kültür zenginliği, kentler, gökdelenler, otomobiller, uçaklarla imkân ve araç bolluğu manzaralarıyla "bir tarafı şişen"... Koskoca bir tarafı ise, milyarlarca yoksulu, eğitimsizi, açı, susuzu, hastası, göçmeni, nefretten nefrete göçeri ile "büzüşmüş" bir dünya var. Başka gezegenlere ulaşabilme imkânlarını zorlayan "kendini aşmış bir dünya"da, "kendi kendini yok eden dünya"nın cansız canlılarıyız biz. Zengin tarafı şişerken yoksul tarafı büzüştükçe büzüşen yeryüzünde, şişenlerin hepimizin havasını, suyunu, doğal dengesini de gasp ettiği bir küreye yapışarak "yaşadığımızı" sanıyoruz. Ne ki, yavaş yavaş ölüyoruz. En temel doğal güdüsü üremek ve soyunu devam ettirmek olan insanoğlu, işte tam orada kendini yavaş yavaş öldürüyor. Soyunu çoğalttığını zannederken, kullanılabilir suyunu, soluklanabilir havasını, paylaşılabilir ürününü, besleyebilir güneşini kemire kemire. Onca yoksulluğa ve yoksunluğa nispet kabarmış zenginliğin egzoz dumanları, fabrika bacaları, havalanıp konan uçakları, genetiklenmiş tarlaları, mercanları tahrip edilmiş kıyıları, zehir yüklenmiş hayvanları, hormonlu sofraları, kakarakikiri temaşaları arasında boğuluyoruz. "Abartılı ve hızlı bir senaryo"nun inanılmazlığını taşıyan "Yarından sonra"nın temel senaryosu, özünde doğru. Anlatmadığı sebeplerle, göstermediği koskoca bir dünya daha var elbette. İyice anlatmadığı sebep, filmde felakete uğrayan ABD'nin, felaket senaryosunun baş müsebbibi olduğudur; küresel ısınmanın (ve soğumanın) zehiri karbon dioksidin tek başına beşte birini kusan "en gelişmiş, rüya ülke." Sorumluluğuna inat; enerji ve toprak gaspıyla birlikte en ufak küresel çözümlere bile direnen "şımarık ve muhteris zengin." Göstermediği dünya; o sırada havası, suyu, toprağı kurumuş, umutları kurumuş milyarlarca yoksul insanın çıldırmasıdır. İnsanlığın ve doğanın gömüldüğü bu adaletsizlik, küresel-siyasi bir başkaldırıyı hak eder.
|