Töre, linç ve utanmazlık
Güldünya, 70 milyonluk olduğu halde genellikle 10 milyonluk gibi idrak edilen ülkemizde, "töre, namus" adına İstanbul'da katledilip manşetlerde öldü. İstanbul'un göbeğinde korunamadı ama yurdun yüz binlerce kadınını esir alan cehalet, şiddet ve cinayeti gündeme getirdi. Gündem Güldünya ile birlikte Bitlis'te toprağa verildi. Yüz binlerce kadın ve genç kıza, İstanbul'da hayat ve ölüm rüyaları ile hanelerindeki baba, ağabey, koca esaretleri, namus korkuları, hayali aşklar ve imkansız bağımsızlıklar baki kaldı. "Töre"ye bağlanan bu cinayetin "gerilik" olduğunu biliyoruz İstanbul'da. Çünkü "hele burada" böyle bir şey nasıl olur! Lakin, hala yasaların hoşgörüsü, erkeklerin hasıraltı etmesi ve kadınların korkarak gizlemesi altında korunan "tecavüz" ile "adeta yasalaşmış" törelerin namlu ucunda duran cinayetin buluştuğu başka damarlar da var. * * * Güldünya'dan önce, manşetlerde, "Almanyalı Sibel" aldıkları büyük ödülün içinde, bir zamanlar iradesiyle yapmış olduğu bir işten dolayı iradesi dışında soyulmuştu. Almanyalı babasının "namus ve öldürme" damarları kabarırken, burada da, içten içe bir linç ortamına buyur edilmişti. Damarlarımızdaki asil, namuslu kanlar medeniyet ve tahsille cinayetten uzak duruyorsa da, sinsi linçlere hep çeyrek kala dolaşıp duruyordu zaten. Doğru ya da yanlış "bir iddia" ile Sabiha Gökçen meselesini gündeme atan, çok çok o çerçevede bir kimlik ve tarih tartışmasına yol açabilecek Hrant Dink'in, "popüler bir manşet"in ardından şimdi "milliyetçi" ve "ölümüne" bir lincin hedefi olması gibi. Ne kadar makul, ne kadar hoşgörülü, ne kadar medeni, ne kadar çok sesli görünürseniz görünün, o manşetin hemen yanı başında, gazetenin alameti farikası olarak "Türkiye Türklerindir" yazmıyor muydu? Artık bunu nasıl anlarsanız anlayacaktınız! İster milli, ister milliyetçi, ister etnik, ister nefret dolu ve linç meyilli.
*** Fakat aynı gazetenin, hoşgörülü, makul, değişimden, çok seslilikten, insan haklarından, çoğulculuktan,demokrasiden yana yönetmeninin dünkü yazısındaki şu tespiti nasıl anlamalıydık? "28 Şubat'ın demokrasiye balans ayarı olduğu", insanların değişebileceği gibi tespitleri bir yana, birden "12 Eylül de demokrasiye balans ayarı" deyivermişti; çünkü "sağda ve solda terbiye edici etki" yapmıştı. Bu tespitin arkasında nasıl bir "terbiye" vardı ki... Siyasi cinayet ortamındaki solculuk, sağcılık ideolojilerinin yeterince tartışıldığı, ancak aynı silahın hem sağ hem sol cinayet işlemesi, Türkiye'de Latin Amerika usulü "derin" işlerin dönmesi gibi olguların yeterince anlaşılamadığı bir dönemin ardından... Bir gece memlekete el koyup Adam asan, üstelik yaş büyültüp çocuk asan... Binlerce insanı işkenceden geçiren... Türkiye'nin siyasal, düşünsel ve sosyal birikimlerini yakan... Demokratikleşmeye yıllarca sürecek bir darbenin anayasal cenderelerini monte eden... Her türlü meşru hak aramanın dahi yollarına duvarlar döşeyen... Üniversiteleri onca yıldır memurlaştıran, aydınları ayıklayan... Türkiye'yi Yunanistan'ın Avrupa ve NATO sürati karşısında yaya ve çaresiz bırakan bir dönemi "terbiye edici" buluyordu.
*** Töre, cehaletin zulmünün ve kadim erkek iktidarının içinde kana karışıyor... Linç, sözde tartışma, sözde milliyetçi, sözde namus kültürlerinin içinde besleniyor... Utanmazlık ise, değişmenin değil, geçmişinden ve bugününden utanmanın içinden bir savunma-saldırı silahı olarak hep tetikte duruyor. Cahil ya da tahsilli, bir türlü hak, hukuk ve insanlık pusulası bulamıyoruz!
|