Kusura bakmayın, dilim tutuldu!
Başka şeyler yazmış olsam da haftayı duygulanarak geçirdim. Medyadaki bağımsızlık tutkusuna duygulandım. Gözlerim doldu mu, söyleyemem, ama içim bir tuhaf oldu. Sonra, kendime baktım; mesleki tepkide ne kadar yaya kalıyordum. Üzüldüm! ooo Başbakan'ın "Kıbrıs'la ilgili haberler ve yazılarda özdenetim ricası" diye tashih ettiği ve genellikle "sansür, otosansür" isteği şeklinde anlaşılan sözlerine verilen, "basın hürdür" tepkisi vesilesiyle oldu bunlar. Ne kadar hür ve ne kadar gürdü o sesler. Başka zaman olsa, öfke seline katılmaz mıydım? Bir saniye duraklar mıydım? Ne olmuştu bana, neden atalete gömülmüştüm? Ahmet Çakar'ın vuruluşuna da çok üzülmüş, zorbalığın cüretine öfkelenmiştim. Ama bir dipnotla olsun gıkım çıkmadı. Neden böylesine sessiz, tepkisiz oluvermiştim birden; her yandan çok kişi esip gürlerken. Utandım! ooo "Metal yorgunluğu" gibi bir şey olmalı bu: "Mental" yorgunluk, akıl tutulması, dil tutulması. Yürek yorgunluğu. Vicdan tutukluğu. Neden, ama neden? Önemsememek değil, söyleyecek laf bulamamak ve umursamazlık değil. Bir yorgunluk, bir tutukluk işte! Galiba şundandı: Yazacak, ses verecek, en azından kelimelerle müdahale edecek bir imkanınız olmasına rağmen, birden hayretten ağzı açık seyirci pozisyonuna düşüyordunuz. Bildikleriniz, hatırladıklarınız, unutmadıklarınız, huysuzluklarınız, huzursuzluklarınız; önünüzdeki kıpır kıpır bağımsızlık, özgürlük, hak-hukuk humması karşısında apışıp kalıyor, küçük dilinizi yutturuyordu. "Basın özgürlüğü, demokrasi, çok seslilik" gibi değerler açısından olgunlaşmamış olduğunu düşünsem de, sanki Tayyip Erdoğan'dan şöyle, delikanlıca bir karşı cevap bekledim: "Yahu hiç mi sansür yapmadınız, hiç mi otosansür uygulamadınız!" O bunu söylemedi; ben daha da bitkin düştüm, mesleğim adına artan duyarlılığın yarattığı sevince rağmen, hafızanın, arşivlerin tutsaklığından çıkamadım. Hepsi, yıllardır hangi haberlerin konulmadığını, hangi ricalarla ya da isteklerle hangi haberlerin verilip hangi manşetlerin atıldığını bilen, nelerin gizlendiğini unutmaması gerekenlerin "basın özgürlüğü" tutkusu karşısında, içim almadı kolektif tepki seline kapılmayı. Sanki hepimiz bir ikiyüzlülük, bir riyakarlık ordusunun neferleriydik de, oradan sessizce firar etmeye çalışıyordum! Tam da bir "28 Şubat" haftasında. Gözümün önümden, çalıştığım çalışmadığım gazetelerde, kimisi şimdi "basın özgürlüğü"ne aşırı titizlenen heyetlerin de marifetiyle, bazen başbakan ricası, bazen asker talebi, bazen reklamveren korkusu, bazen "devletin bekası", bazen menfaat icabı, bazen halkın eğilimleri, inançları, tepkisi endişesiyle sansürlenen, otosansürlenen yahut gazlanan haberler uzun bir filmin hızlı gösterimi gibi geçip gitti. Başbakan yardımcıları, genelkurmay ikinci başkanları, işadamları, grup şirketleri, cezaevi baskınları, yasaklanan ya da bazı bölgelere sokulmayan küçük gazeteler, gazetecilik yapmaya çalışırken vurulan şöhretsiz gençler, tank ihaleleri, kayınvalideler, içinden isim silinmiş yolsuzluk listeleri, koyulmayan yazılar, kovulan gazeteciler, brifingler, sorulmayan sorular, tek tip manşetler, ele tutuşturulmuş haberler, elden teslim başlıklar, genç muhabirlerin boşlukta kaybolan "Yazdım, ama yayınlamıyorlar" hüsünleri, hasıraltı banka dosyaları vesaire vesaire, birbirine karıştı. Geçip gitti ve "sansür, otosansür ricası"na öfke selinde dondum kaldım. Aptallaşmış ve yorulmuş!
|