"Ere zalum" bir kış...
Bir dervişe "Nereden gelirsin?" demişler. "Kar rahmetinden gelirim" demiş... "O ne diyardır?" demişler. "Soğuktan ere zalum olan Erzurum'dur" demişler. "Orada yaz olduğuna rastladın mı?" demişler. "Vallahi on bir ay yirmi dokuz gün kaldım. Halk hey yaz gelecek dedi, ben görmedim" demiş... Evliya Çelebi, o ünlü "Seyahatnamesi"nde böyle söz ediyor Erzurum'dan...
***
Hayatımın ilk on yılı Erzurum'da geçti. Evimiz, Yenikapı semtinde idi, ilkokula da burada başladım. Şimdi düşünüyorum da okul anılarımdan çok, kar ile ilgili görüntüler kalmış çocukluk hayalhanemde...
İstanbul, iki gün içinde 20 santimlik kara yenik düştü.
Koca kent elektriksiz, susuz, doğalgazsız kaldı. Sokaklarda insanlar dondu, Anadolu'nun en ücra köyleri misali, kent içinde kaybolan çocukların cansız bedenleri bulundu.
Vatandaş, önlem almayan yöneticileri suçladı.
Yöneticiler suçu tabiata, en çok da vatandaşa attılar.
Anlaşılan, yirmi santim boyundaki karın suç listesi yirmi satırdan uzun tutacak...
Bir de bunları düşünüyorum saçakları buz tutmuş çocukluk penceremin önünde...
***
Babamın günlük işlerinden biri evin damını küremekti. Zaten sokaklar bir kar ummanı halinde... Babam gibi yan komşu, karşıdaki komşu da damını küredi mi, ne mümkün evin kapı önüne çıkmak?
Kimileyin, bir kar labirentinden geçerek sokağa adım attığımızı hatırlıyorum.
Elektrik kesilebilir, yollar kapanabilirdi ama, bir de kış hazırlığı vardı her ev için...
Daha yaz baharda evin gazı, tuzu ve unu hazır olmalıydı.
Yani yöneten de, yönetilen de hazırlığını önceden yapmak zorundaydı. Hayat, böyle dayatıyordu çünkü...
Yoksa, yine Evliya Çelebi'nin yazdığı gibi, "Erzurum'da bir adamın eli yaş iken bir demir parçasına yapışsa derhal donardı. Elini demirden ayırmak mümkün değildi. Ancak derisi yüzülerek ahlarla kurtarılabilirdi."
İşte öylesine zorlu idi kış...
***
O günlerden bir otuz yıl sonra, çocukluk günlerimin izini sürmek için gitmiştim Erzurum'a, Ahmet Celal adında bir arkadaşımla... Arkadaşım, şişman değil de biraz kilolu... Karda değil, güneşli havalarda dahi yürümeyi pek sevmiyor. Belediyede çalışan bir akrabamı arıyoruz. Otelden çıktık, bir taksi çağırdık. Adresi verdik. Şoför arkadaş, adrese baktı güldü. "Yahu" dedi, "gideceğiniz yer şu karşı kaldırım... Bunun için taksi mi çağrılır?" Gerçekten baktık, kaldığımız otel ile belediye binası neredeyse karşı karşıya... O zamanlar, daha taksimetre yok taksilerde. Erzurum'da ise taksi ile nereye gidersen git, on lira... Her taraf diz boyu kar, İstanbullu arkadaşım da bu duruma alışkın değil ya, hemen şoföre bir on lira uzatarak "Sen", dedi "şöyle bir tur attırdıktan sonra belediyenin önünde indirirsin bizi..." Öyle de yaptık...
***
"Beyaz afet" işte böyle teslim aldı İstanbul'u... Karakış, Evliya Çelebi'nin dediği gibi "demir" parçası idi, bu demire eli yapışan adam ise İstanbul halkı... Söz temsili, İstanbul'da yaşayanlar, Erzurumlu şoförden on liranın rahmetiyle karakışın zahmetini satın almaya çalışan Ahmet Celal gibiydi sanki... Her zaman olduğu gibi sorumsuzluğun diyetini ödeyen de yine kendisi oldu bu yüzden... Erzurumlu misali yazdan ununu, tuzunu, gazını tedarik etmemişti ama, bu malzemeyi satışa sunacak hangi pazarı açmıştı kenti yönetenler, ki alışverişe çıksın da tedbirini alabilsin? "Ere zalum"du da, herkese malum değil miydi kışın gelişi? Bir kez daha "malum" olan yaşandı, işte budur özeti...
|