| |
Geçmişe dönük yaşamak bizi perişan ediyor!..
Bana göre biz Türkler'in en büyük dramı, geleceğe dönük yaşamanın ve düşünmenin, çeşitli yollarla ve belirli odaklar tarafından, engellenmesidir. Kendimden biliyorum. Dünyada yeni ve ileri olan ne varsa, hepsini öğrenmek için çırpınıyorum. Kütüphanem, teknolojide, bilimde, tıpta, iletişimde açılan yeni ufuklara ışık tutan kitaplarla dolu... İnternette, saatlerce "yarın"a dönük bilgilere ulaşmaya çalışıyorum. Ama günlük yazılarımı yazma zamanı gelince, kütüphanemden tarih kitaplarını, anıları, biyografileri çekip, masamın üzerine yığıyorum. Yaşadığım sürede, insanların nükleer çağı geride bırakıp, önce silikon devrimini, sonra gen devrimini başardığını gördüm... Uzay araçlarında kullanılan teknolojiler, günlük yaşamımıza girdi. Analogdan dijitale geçtik hepimiz. Tıp, beyin kimyasına egemen oldu. Yeni ilaçlar sayesinde, şizofrenler bile normal yaşam sürdürebiliyor, çalışıyor. Kök hücrelerden, organ üretimine gidiliyor. Disiplinler arası yeni bir bilim anlayışı doğmakta. Doktorlar, tıbba yetmiyor. Biyologlar, mühendisler, iletişimciler, sosyologlar, hukukçular, birlikte çalışıyor yeni dünyada. Ama ben ve benim gibi milyonlarca Türk, "Ne olacak bu memleketin hali?" sorusuna takılmış biçimde, hep eski defterleri karıştırıp, geçmişte kaçırdığımız fırsatlara, yaptığımız hatalara yanıp duruyoruz... Dün Hürriyet'te Yalçın Doğan, 1978'de, dönemin Belçika Dışişleri Bakanı Tindemans'ın, o zamanki Başbakan Ecevit'e, Ankara'ya gelip, yaptığı öneriyi hatırlatmıştı. Tindemans, Ecevit'e 1978'de, "Hemen AET'ye üyelik için başvurun. Yunanistan girmek üzere. Sizinle de üyelik görüşmelerini hemen başlatalım" diyor. Ecevit de, "Biz AET'ye girmeyi düşünmüyoruz. Bizim ekonomimiz bu ortaklığı kaldırmaz, biz pazar oluruz" cevabını veriyor. Düşünebiliyor musunuz? Hepimizin yüreği, "Ya Avrupa Birliği 2004 sonunda üyelik görüşmelerini başlatma kararı vermezse" diye, endişe ile çarpmakta. Bülent Ecevit o gün, 1978'de karar verseydi, biz şu anda AB'ye üyeydik. Ve belki 12 Eylül askeri müdahalesi de olmazdı. Kitaplığım hep kaçırılmış fırsatları anlatan anılarla, biyografilerle dolu. Ali Fuad Türkgeldi'nin (1867-1935) "Görüp İşittiklerim"ine ve Mehmet Arif'in (ölümü 1897) "Başımıza Gelenler" ine takıldım önceki gün. İstanbul'da Avcı Taburları ayaklanmış. Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa istifa ediyor, yerine Tevfik Paşa geliyor. Silah sesleri arasında Bab-ı Ali'ye geliyor yeni sadrazam. Arz odasında, Hattı-Hümayun okunacak. Mabeyinci Ali Fuat bey "Ben hattı okurken, Sadr-ı azamın başı, benim de ellerim titremekte idi. Bir türlü kağıdı tesbit ile kıraat etmek mümkün olamıyordu" diye yazıyor... Düşünün, İmparatorluğun başkentinde, 1909 yılı böyle... Mehmet Arif Bey de, Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın "Mühimme Başkatibi" olarak, 93 Savaşı'nı içinden yaşamış. Kars'ı Ruslar kuşatınca, Komutan Hüseyin Hami Paşa, "Kanun benim diyor" ve çılgınca işler yapmaya başlıyor. Önüne geleni "haindir" gerekçesi ile idam ettiriyor. Mehmet Arif, "Karslılar iki ateş arasında kalmıştı. Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın da elinden bir şey gelmiyordu" diye yazıyor anılarında. Gördünüz işte... Yine geçmişe, dün takıldım... Ecevit'e mi, Avcı Taburları'na mı, Hüseyin Hami Paşa'ya mı kızmalı, bilemiyorum. Bir yarına dönebilsem, ne hoş olacak!
|