Çocuğun durumu nasıl?
"Galiba bayılmış" diye cevapladı baldızım Sezgi...
Dümeni nişanlım Sevgi'ye bırakıp kamaraya girdim. Engin, başaltındaki yatakta boylu boyunca uzanmış yatıyor, rengi sapsarı...
Tekne dalgalara vurup dövündüğünde de kafasını vuruyor sağa sola, öylesine kendisinden geçmiş...
Başını, vücudunu bulabildiğim yastık, battaniye vs ile besledim...
Engin, o zaman 13-14 yaşlarında. Annemin dayısının oğlu. Bize göre de yaşı bir hayli küçük. Tam evden çıkarken kapıda yakalamış, ben de gelebilir miyim? diye sormuştu... Kıyamadım. Sen de gel deyiverdim. Böyle bir şey aklımın köşesinden geçmemişti ki!..
Kendi kendime söylene söylene dışarıya çıktım.
Dümen hala Sevgi'de, emekleye emekleye direk dibine kadar gittim.
Bu arada teknenin burnunda patlayan her dalga başımdan aşağıya geçiyor...
Gözüm, direği tutan tellerin bağlandığı çarmık ayaklarına takıldı. Aklım başımdan gitti. Gördüğü yük yüzünden hemen hepsini tutan "uyduruk" vidalar yerlerinden çıkmış. Direği kafamıza yememiz an meselesi...
"Yelkenleri boşla" diye nasıl bağırdımsa, Sevgi elindeki yelken ıskotasını da "ipini", dümeni de bırakıverdi. Tekne doğrulur gibi oldu. Hemen ana yelkeni aşağıya indirdim...
İçimden de "işte şimdi hapı yuttuk" diye geçiriyorum...
Gerçekten de durum kötü.
Zaten motor yok. Akıntı bir yandan, dev gibi dalgalar bir yandan. Yelkenle zar zor ilerlerken, şimdi ana yelkenden de olmuş durumdayız. Bir tek burundaki küçük flok açık. Ona da ne olur olmaz diye yük bindirmemeye çalışıyorum. Hava da inadına bindirdikçe bindiriyor...
Yıl 1966. Tekne ile Kalamış Koyu dışına ilk çıkışımız. Zaten yelkenleri donatalı da bir hafta olmuş. Ne teknemi doğru dürüst tanıyorum, ne yelkeni biliyorum, ne denizi...
İlk kez Kumkapı'ya gidip, geriye Fenerbahçe'ye dönmeyi planlamışım. Öyle baktığında kolay bir iş. Ama hiç de kolay olmadığı ancak kafama dank ediyor. Boğazın akıntısıyla Hayırsız Ada'ya doğru sürüklendikten sonra yani...
Cahil adam, cesur olur
Oysa herşey ne kadar da keyifli başlamıştı...
Laleli'den Fenerbahçe'ye otobüs, vapur, tramvay aktarmasıyla yelken yapmaya gidiyoruz.
Elimizde yeni aldığımız 7 kiloluk bir çıpayla, 25 metre kenevir halat...
Bir sene Bebek'te bağlı duran tekneyi daha yeni yeni yürütmeye başlamışız.
Ne yol gösteren bir büyüğümüz var, ne de o zamanlar şimdiki gibi profesyonel yelken, denizcilik eğitimi veren kuruluşlar. Ama olsun ne gam. Her şeyi kendi kendime öğrenip, birçok konuda Amerika'yı tekrar tekrar keşfediyorum ya...
8.5 metrelik kotraya yeter diye aldığım 7 kiloluk oyuncak çıpa da, o cahil kafanın, deniz bilmezliğin marifeti...
Teknenin motoru olmadığı için sadece yelkenle dolaşma imkanımız var. Onu da sandalcı Laz Bekir'in katkısı olmadan becermek imkansız. Bekir, bizi motorlu sandalıyla çekerek limanın dışına çıkartıyor, akşama kadar yelken yapıyoruz. Akşam yine yedekleyerek limanın içine çekiyor. Fenerbahçe mendireği öylesine dolu ki, iyi dümen dinlemeyen tekneyle girip bir yere bağlanmanın mümkünü yok...
O gün, aslında Bekir Kaptan limandan çıkarken, "Sıkı esiyor bugün, dikkat et" diye uyarmıştı ama "daha taş yememiş enik" durumlarında olduğumuzdan "sıkı esinti" benim için yelken yapmak için iyi bir fırsat gibi görünüyordu...
"Madem demir filan da aldık. Bugün öğle yemeğini Kumkapı'da yer, sonra yine Fenerbahçe'ye döneriz" diye günün programını yaptım.
Bizim gariban mürettebattan kimsenin aksini söyleyecek hali yok ya... Firişka bir rüzgarla Kumkapı'ya doğru kaptırdık...
Çok da güzel bir yelken seyrinden sonra Kumkapı önlerine geldik. Hemen bizim yeni demiri attık. Sevgi sofrayı hazırladı. Bu arada zaman da geçiyor. Bir de baktım ki taraya taraya Kumkapı önlerinden neredeyse Yenikapı'ya gelmişiz. Bizim demir tekneyi tutacağına sanki daha da bir hızlandırıyor.
Huylandım. Yemeği bitirmeden tekrar yelken bastım. İstikamet Fenerbahçe...
Daha doğrusu niyet öyle de, kafayı oraya doğru tutmanın imkanı yok. Çünkü iyi orsa çekmediğimiz "tekne rüzgara karşı iyi giremediği" için Fenerbahçe yerine burnumuzu ancak Bostancı'ya çevirebiliyoruz...
Keşke Bostancı'yı tutturabilsek...
Biz Yenikapı sahilinden uzaklaşıyoruz ama Kadıköy sahiline de bir türlü yaklaşamıyoruz... Yaklaşmak ne kelime akıntı ve rüzgarın tesiriyle durmadan uzaklaşıyoruz.
Teknenin burnunda önceleri Bostancı, sonraları Dragos, sonraları ise Kınalıada var. Sonrasında oda yok... Açıldıkça açılıyoruz...
Üstelik her geçen an rüzgar artıyor, dalgalar büyümeye, tekne iyiden iyiye bayılmaya başlıyor. Kafaya vuran dalgaların serpintisinden yelkenler neredeyse tepeye kadar sırılsıklam halde...
Askeri bölgeye taarruz
Yelkeni indirdikten sonra durum muhakemesi yapıyorum.
Bu durumda adalara gitmemizin imkanı yok. Çünkü Kınalıada'yla Yassıada arasında bir yerlerdeyiz... Akıntı var, rüzgar deli gibi. Tekne yürüyemiyor. Üstelik akşam Bebek'te işte olmam lazım...
Bir anda karar veriyorum. Öndeki küçük yelkenle "flokla" Yassıada'ya gideceğim. O zamanlar Yassıada askeri bölge. En azından bizi yakalayıp tutuklayacaklar. Sonrası kolay. Nasıl olsa durumumuzu anlatıp paçayı kurtarırız. Marmara'ya sürüklenip gitmekten iyidir...
"Yassıada'ya gidiyoruz" diyorum. Dümeni adaya doğru çeviriyorum. Rüzgarı kolayına alınca tekne, küçücük flokla bile şahlanıyor.
Beş dakika sürmüyor. Adanın ardından bir askeri gemi çıkıyor.
Tamaaaam. Haydi bizi tutuklayın...
Gemi tam gaz üzerimize doğru geliyor. Hele biraz yaklaşsınlar...
Ama o da ne, vazgeçiyorlar. Kınalı'ya doğru dönüyorlar. Elime yelken torbasını alıp teknenin kıçında sallamaya başlıyorum. Tınmıyorlar...
Sevgi uyarıyor, "kıpkırmızı torbayı bayrak sanacaklar, şu plaj havlusunu sallasana..."
Gerçekten de bir süre sonra gemi burnunu bize döndürüyor.
Yaklaşana kadar nefesimi tutarak bekliyorum.
Kocaman bir askeri romorkör... Üzerinde kızlı erkekli bir sürü insan var...
Garip bir görüntü. Ama garip olan ve benim ilk kez karşılaştığım bir durum daha var.
Çünkü askeri gemi bir türlü bizimkine yaklaşamıyor. Dalganın üzerinde öyle bir yükseliyoruz ki, romorkör aşağılarda bir yerlerde kalıyor, yüreğim ağzıma geliyor, neredeyse bizi romörkörün üstüne kaldırıp koyacak...
Derken biz aşağıya düşüyoruz, askeri gemi bir dev gibi yükseliyor. Eğer şöyle bir dokunsa parça parça olmamız işten bile değil...
Yardımsever bir denizci
Motor gürültüsünden, rüzgarın uğultusundan birbirimize sesimizi de duyuramıyoruz.
İşaretle ne istediğimizi soruyorlar.
Durmadan "Motor bozuk, armada da sakatlık var" diye bağırıyorum. Zar zor anlatıyorum. Aralarında konuşmalar geçiyor. Sonunda yardıma karar veriyor olmalılar. "Nereye gidiyorsunuz" diye soruyorlar. "Sahile kadar çekin yeter" diye bağırıyorum.
İp at diyorlar. Yeni aldığım halatın ucunu binbir macerayla atıyorum. İpi yetiştirinceye kadar iki kez askeri gemiyle çarpışma tehlikesi geçiriyoruz.
Özellikle de sarı tişörtlü bir genç, bize yardım etmek için oradan oraya koşturuyor. Allah razı olsun...
Romorkör şöyle bir geniş daire çizip yola koyuluyor. Ve de yol vermesiyle bizim teknenin burnunun havaya kalkması, kıçının denize yapışması bir oluyor... Aman Allahım o ne biçim sürat!..
Fakat yeni bir şeyle daha karşılaşıyoruz. Tekne o süratle dalgalara vurduğunda öyle bir serpinti oluşuyor ki, uzunca bir süre etrafı bile göremiyorum. Sevgi'yle Sezgi sırılsıklam kamaraya sığınıyorlar, Engin'in durumu zaten meçhul...
Derkeeeen. Çaaat diye bir ses. Benim yepyeni halat ortasından kopuveriyor. Tekne fren yapar gibi burnunu dalgalara saplıyor. Olanca gücüyle çekip giden romörkörün ardından bakakalıyorum...
Tek görebildiğim kaptan köşkünün ardından bizi izleyen sarı tişörtlü gencin öne doğru koşuşu...
Saatler gibi geçen dakikalar. Anlaşılan tekrar geri dönmek istemiyorlar. Onca uğraş, tehlike... Gerçekten de büyük sıkıntı... Hırsımdan resmen ağlayacağım...
Kızlar da şaşkın, konuşacak halimiz yok.
Sonra bir mucize daha oluyor. O kadar yol giden gemi, geriye dönüp üzerimize gelmeye başlıyor. Gelecekler tamam da, ya halat bir daha koparsa...
Yine aynı macera, romorkör kaptanı bütün ustalığı göstererek rüzgaraltından geliyor. Burunda bir deniz eriyle bizim sarı gömlekli. "Biz sana halat atacağız" diye bağırıyorlar.
Tamam bekliyorum.
Asker halatı sallıyor, ben iki elimi yukarıya kaldırıyorum yakalayabilmek için, aynı anda benim tekne dalganın üzerinde yükseliveriyor, ellerim boşa çıkıyor, kolum kalınlığında halatın düğümlü ucu burnumun ortasında patlıyor...
Dünyam kararıyor. Gözlerimden boşalan yaştan etrafı görebilmemin imkanı yok. Ama halatı öyle bir yakalamışım ki...
Halatı benim teknenin babasına dolamaya kalkıyorum. Komik, dolamak ne kelime sadece kalınlığı babanın yüksekliği kadar... Kafayı çalıştırıp, benim ipi halata sarıyorum. Gemi halatını babanın etrafından dolaştırıp, benim halatı da babanın içinden geçirip, halata bağlayarak boşalmasını önlüyorum. Ama bütün bunları resmen iki gözü iki çeşme ağlayarak, yarı görmez halde el yordamıyla yapıyorum...
Kotra ile sürat rekoru
Bundan sonrası o ana kadar yaşadıklarımızın yanında sefa sayılır.
Gemi acayip bir hızla bizi çekiyor. Bizim kotra, burnu havada sürat teknesi gibi dalgadan dalgaya uçuyor...
Çarptığı dalgalar ikiye yarılıyor ama suların büyük bir bölümü kafamdan aşağıya boşalıyor. Bir yandan rüzgarın etkisi, bir yandan sinir ve heyecan. Dişlerim birbirine vura vura titriyorum...
Kızlar arada bir nöbetleşe kamaradan kafalarını çıkarıp bir havlu uzatıyorlar. Tek elimle havluyu rüzgardan vücuduma yapışan gömleğimin içine sokuyorum, bir parça koruyor...
Sonra havluyu değiştiriyoruz. Değiştirme dediğim sıkıp suyunu akıtıyorlar...
Gözüm halatın bağlandığı baştaki babada. Bağlama işini harika halletmişim de bo güç ve darbelerden teknenin babıs kökünden kopacak diye ödüm patlıyor.
Neyse Kınalı'yı geçiyoruz. Her geçen an moralim düzelmeye başlıyor. Çünkü akıntılardan kurtulduktan sonra sahile gitmek daha kolay. Artık bir aksilik olsa bile işimiz o kadar zor değil...
Bostancı iskelesine gelirken gemi yol kesiyor. Halatı çöz diye işaret ediyorlar. Halatı çözdüğüm gibi minik çıpayı suya sallıyorum. Bir parça dinlenmeden hiçbirşey yapmaya mecalim yok, resmen havuzluğa çöküyorum...
Ne yapacağım. Önce çarmık ayaklarını onarırım diye aklımdan geçiriyorum. Sonra da gidebildiğimiz kadar gideriz. Ama pek vakit de yok...
Bir de bakıyorum, bizim romorkör tekrar yanımızda. Bu kez bordamıza kadar geliyorlar.
Sarı gömlekli genç "Biz Caddebostan'a kadar gideceğiz. İsterseniz oraya kadar sizi çekelim" diyor.
Harika, harika, harika...
Elimden gelse gemiye fırlayıp hepsinin boynuna sarılacağım...
Tekrar yola koyuluyoruz.
Yolculuk Caddebostan'da Türk Balıkadamlar Kulübü'nün önünde noktalanıyor.
Kulüpten bana bir de haysiyetli çıpa buluyorlar, demirleyecek. Tekneyi demirleyip, kulübe çıkıyoruz, çayla içimizi ısıtmaya.
Şansımıza kulübün restoranını Bebek'ten arkadaşlar çalıştırıyor.
Bu arada bize yardım etmek için çırpınan sarı gömlekli arkadaşla da tanışıyoruz. Mimar Gürcan Sertdemir. Balıkadam.
O gün Yassıada'ya dalışa gitmişler. Kulüpteki çocuklardan birinin babası ada komutanı, tekneyi de o ayarlamış...
Berbat bir gün, berbat bir tecrübe ama önemli bir kazanımı var. Çünkü kulübün kapısından o girişimiz, yaşamımızda bambaşka bir sayfa açıyor...
Aynı sezonda yapılan giriş imtihanını kazanıp kulübün kursiyerleri arasına giriyorum. Kulağı çınlasın sevgili kardeşim Gürcan da ilk hocalarımdan biri oluyor.
Sonra o günü konuştuğumuzda, bazılarının "bunlar zamparalığa çıkmışlar, bırakalım da akılları başlarına gelsin" dediklerini, kendisinin ve gemi komutanın karşı çıktıklarını anlatıyor gülerek...
Meğer biz canımızla uğraşırken, millet neler düşünürmüş...
Son bir not da akraba çocuk Engin için...
Caddebostan'da demirleyene kadar kendisene gelemeyen ve daha sonra da durmadan konuşmaya başlayan Engin'in neden fırtınadan o kadar etkilendiğini de olaydan sonra öğreniyoruz.
Meğer bizim kuzen, bir yıl önce Yenikapı'dan sandal kiralamış ve küreğin birini denize düşürmüş.
Sonuç; korku içinde aç susuz, iki günlük bir Marmara macerası ve Bandırma sahillerinde karaya vurarak kurtuluş...
Ancak ailesi de, Engin de bu işi bizden saklamışlar. Oğlanın bir anda kendisini kaybetmesinin nedeni buymuş meğer...
Keratanın ayağında mı bir şey vardı bilemiyorum. Neredeyse bize de aynı macerayı yaşatacaktı...
Bu son cümle sadece bir şaka. Yaşanan o münasebetsizliğin tek ama tek sorumlusu benim. Denize, teknemi iyice tanımadan böyle bir havada çıktığım için elbettte...
Yaptığım denize saygısızlıktan başka bir şey değil. Ve üstelik de zapartayı ucuz atlattığımızı kabul etmek zorundayım.
Çünkü deniz, kendisine saygısızlık edenleri hiç ama hiç sevmez...