Avrupa Birliği'ne girelim mi? Gireceksek hangi şartlarda olmalı? Onurlu bir biçimde bu iş nasıl kotarılır?.. Bu ve benzeri sorular son günlerde yine tartışılır oldu. Ancak burada tuhaf bir durum var: AB kuralları belli, sınırları çizilmiş ve bu kurallarla sınırların ne şekilde değişeceği de önceden saptanmış bir oluşum. O halde "onur" ya da "şartlar" da neyin nesi oluyor?
Bu söylediklerim biraz kapalı kalmış olabilir. Açmaya çalışayım...
AB siyasal, ekonomik, coğrafi bir oluşum. Peki bu bütünde Türkiye de yer almalı mı, almamalı mı? Bugüne kadar bu soruya "Hayır almamalı" diyen pek az oldu. Hakkını yemeyelim, Doğu Perinçek'in liderliğindeki İşçi Partisi apaçık karşı çıktı. Dürüst bir tavırdı bu... Açıktı, netti...
Öte yandan "AB'ye girelim, hem de en kısa zamanda girelim" diyenler de var. Onlara da saygı göstermek gerekir. Çünkü onlar da tavırlarını apaçık olarak ortaya koydular. Peki ama bütün bu tartışmanın nedeni ne? Girmek istemeyenlerle, girmek isteyenler saflaştığına göre sorun olmamalı. Bir tarafın dediği olur; gireriz ya da girmeyiz, olur biter.
Ne var ki kazın ayağı öyle değil. Bir de "Evet, amacılar" var... Yani "Girelim ama şu şartlarla..." diyenler var. İşte asıl bunları tartışacağız... Çünkü zurnanın zırt dediği delik burası.
Önce şunu söyleyelim: AB bir ortak kurallar toplamı. Yani AB'de hakim bir ülke yok. Dolayısıyla "ulusal çıkar" kavramı AB için geçerli değil. Olsa olsa "Birliğin çıkarı"ndan söz edilebilir. O halde, "Girelim ama onurlu bir biçimde girelim" demek, ne anlama geliyor?
Eğer AB'ye girersek... O zaman birliği üye her ülkenin uyduğu kurallara uyacağız. Bu kuralları kabul etmezseniz mesele yok; girmezsiniz... Ama girecekseniz, diğerleri ne yapıyorsa onu siz de yapacaksınız. Yani bir kulübe, bir derneğe girmekten çok da farklı değil.
Ne var ki iş bununla bitmiyor. Çünkü AB'ye girdiğimiz zaman Türkiye'nin bugünkü ekonomik ve siyasi elitini oluşturan kesimler içinde güç ve para kaybedenler olacak. Neden? Çünkü yeni kurallar ve ilişkiler; bazı kesimleri aşağıya çekerken, bazı kesimleri ön plana çıkartacak.
İşte güç ve para kaybedecek olan bu kesimler işe taş koyuyor. Çünkü avantajlarını yitirmek istemiyorlar. Ne var ki bu apaçık söyleyemiyorlar. Çünkü bir kere halkın büyük çoğunluğu AB'ye girmek istiyor. İkincisi AB'ye girmediğimiz takdirde sıradan bir ülke olarak kalacağız. O nedenle "Girelim ama..." diyorlar... Bunun tercümesi şöyle: "Girelim ama biz de avantajlarımızı yitirmeyelim."
İşte bu yüzden "ulusal onur"dan filan söz ediyorlar. "Kıbrıs'ı satmayız" ya da "Toprak bütünlüğümüzden ödün vermeyiz" diyorlar. Halbuki AB açısından bunların hepsi temelde birer "bahane"den ibaret.
Şimdi AB'ye girmemizden rahatsız olacak kesimlere kabaca bir göz atalım...
Bunlardan birisi MHP... Bildiğiniz gibi bu parti esas gücünü Orta Anadolu'dan alıyor. Burada küçük çiftçiler hakim. Bu küçük çiftçiler örneğin buğdayın tonunu 600 dolara satıyorlar. Aksi halde zarar ediyorlar. Çünkü buralarda toprak mülkiyeti bölünmüş durumda. Minik minik arazilerde üretim yapıyorlar. El emeği kullanıyorlar. Ürettiklerini de devlete satıyorlar.
Ne var ki acıklı bir durum söz konusu: Dünya buğday fiyatları ton başına yuvarlak hesap 300 dolar. Bu şu anlama geliyor. Kentten, tüccardan filan toplanan vergilerle bu kesim devlet tarafından destekleniyor. Yani benden alınan verginin bir kısmı; diyelim ki yol, baraj, köprü, enerji santrali yapımına değil de o köylülere kaydırılıyor.
O halde MHP, o köylülerin temsilcisi olarak AB'ye karşı çıkıyor. Ne var ki bunu apaçık söyleyemiyor. Çünkü 600 dolarla 300 dolar arasındaki uçurumun onlar
da farkında. Türkiye'nin 200 milyar dolar iç ve dış borcu var. Bunu ödemek için ucuza mal üretip satmak durumunda. Eğer AB'ye girersek, birliğin imkanlarından, fonlarından yararlanarak daha hızlı bir biçimde düze çıkabiliriz.
İşte bütün bu girift ilişkiler içinde MHP'liler ister istemez "Girelim ama..." demek zorunda kalıyorlar.
Bir başka örneği de sivil bürokrasi ve siyasetçilerden vereyim. Bilindiği gibi bu kesim maalesef şeffaf değil. Yani paranın nereden gelip, nereye gittiği belirsiz. Rüşvet almış başını yürümüş. Halbuki özel olarak AB, genel olarak da global sermaye şeffaflık istiyor. "Parayı vereceğim vermesine de, nereye harcayacaksınız" diye soruyor.
İşte zurnanın zırt dediği nokta burası. Bizimkiler rüşvet almak ve avantadan lavanta geçinmek istiyorlar. Halbuki AB ya da ABD (ve diğer) kökenli şirketler kesin, apaçık kurallarla denetleniyor. Bir şirket rüşvet verdiğinde, hissedarlar soruyorlar: "O milyon dolarlar nereye ve kime gitti???"
İşte "onur" söyleminin ortaya çıktığı noktalardan birisi de bu... Düşünsenize... Birilerine rüşvet verilecek... Bunu önce kimse bilmeyecek... Ama iletişimin korkunç geliştiği şu dünyamızda, bir süre sonra öğreneceğiz ki, bir AB ya da ABD firması yatırım yapmak için şu partinin ileri gelenlerine, bu bürokrata, o belediye başkanına rüşvet vermiş!!! Ortada ne onur kalır, ne ahlak... Halbuki şimdi, şeffaf olmayan bu düzende, bir sürü siyasetçi ve bürokrat rüşvet alıyor ama aynı zamanda onurlu ve ahlaklı gözükebiliyor.
Şeffaflığın önemi sadece rüşvet ve hortum olaylarında bitmiyor. Ayrıca Türkiye'nin kara paranın aklandığı ve uyuşturucu parasının girdiği bir ülke olduğunu biliyoruz. Bunu ben söylemiyorum, Birleşmiş Milletler'den AB'ye ciddi kurumlar tarafından hazırlanan raporlar ortaya koyuyor. Halbuki "şeffaflık" olduğunda... Yani AB kuralları çalışmaya başladığında adama soracaklar, "Bu parayı nereden buldun" diye...
AB karşıtlarının listesini daha da uzatabilirim. Örneğin yüksek gümrük duvarlarının ardına sığınmış bir burjuva kesimi var Türkiye'de. Bunlar 10 liralık malı 15'e üretip, bize 20'ye satıyorlar. AB'ye girdiğimiz takdirde ayvayı yiyecekler.
Bitmedi... AB aynı zamanda sosyal bir organizasyon. Örneğin çevre sorunlarına önem veriyorlar. İspanya'nın 400 fabrikası AB'ye girdiği hafta kapatıldı. Niye? Çünkü bunlar çevreyi kirleten, AB normlarına göre üretim yapmayan, arıtma tesisleri kurmayan fabrikalardı.
Şimdi düşünsenize: Böyle bir tesis kurmak yerine, atıklarını yakındaki göle boşaltan, bu yaptığının kanunlara aykırı olduğunu söyleyerek fabrikaya mühür vurmaya gelen memurlara rüşvet vererek işini sürdüren bir patronsunuz. Hiç AB'ye girmek ister misiniz? İstemezsiniz. Ya da şöyle düşünürsünüz: "AB'ye girelim ama hemen değil... Önce ben torunlarıma dahi yetecek kadar para kazanayım... Ardından da (belki) arıtma tesisi kurayım... Ondan sonra AB'ye girelim..."
Sanırım bu örnekler kimin AB'ye niye karşı olduğunu üç aşağı beş yukarı göstermiştir. Dediğim gibi bu bir "onur" değil "çıkar ve güç" meselesidir. Unutmayın: AB'ye kim karşıysa, daha doğrusu kim "Girelim ama..."
diyorsa, kaybedecek bir şeyleri var demektir.