Bir masal gecesi!..
Tarlabaşı Caddesi'nin hemen başındaki o şirin ve sıcak Sofra London'da bir masada toplanmışız.. Milenyumun ilk yılı 2000 sona ermek üzere.. Masada Marlo (Bir Çift Yürek) Morgan, Hüseyin (Sofra) Özer ve de ben.. Laf nerden dolaştı bilmem.. Hüseyin'e "My Fair Lady, bu yaz yeniden perde açıyormuş, Londra'da, geliyorum hazır ol" dedim.. Marlo atladı.. "May Fair Lady mi?.. Bayılırım.. Ben de geliyorum.."
Sözleşme böyle bağlandı.. 2001 aralık ayında da gerçekleşti.. Ben İstanbul, Marlo Kansas City'den geldik.. Hüseyin'in sekreteri Esin de biletleri aldı, önce bana telefon ederek.. "Karaborsa dahil her yeri araştırdım. Yok.. Yok.. Yok.. İki ay yer yok.. Daha doğrusu var da, çok kötü, felaket yerler.."
"Olsun" dedim.. "Bu buluşma gerçekleşecek.. Nerden bulursan al.."
Hüseyin'in en güzel lokallerinden biridir, Covent Garden Sofra.. Dünyaca ünlü Royal Drury Lane Tiyatrosu burda.. Akşam Sofra'da buluştuk. Hüseyin, Marlo'ya bir kez daha parmaklarını yedirdikten sonra, yola çıktık.. 100 metre falan ve ben bu 100 metrede Marlo'ya anlatıyorum.. Herşeyi bilirim ya..
"Bak Marlo.. Bu gideceğimiz, dünyanın yaşayan en eski tiyatrosu.. İlk kurulduğu tarih 1663.. Sonra dört kez tepeden tırnağa elden geçmiş. Son açılış tarihi 1812.. Hayatı tiyatro oyunları filmlere konu olan ünlü aktör Kean'ın (Bizde de Cihan Ünal oynamıştı, Kean'ı, olağanüstü) tiyatrosu.. Gireceğimiz kulisinde Kean bir heykelle bir kez daha ölümsüzleştirilmiş.. Bu kulise bayılacaksın.."
Nerde..
Meğer Esin "Çok kötü yer" derken şaka etmemiş.. Dördüncü kattayız.. Salonun üzerinde üç balkon var, bizimki en tepedeki.. Bu en tepedeki balkonun kapısı da ayrı.. Buraya zamanında Londra'nın en alt tabakası gelirmiş, en ucuz yer ya.. Salona gelen asilleri, görüntüleri ile rahatsız etmesinler diye onlara yandan kapı açmışlar, minare ya da çan kulesine çıkar gibi, dolana dolana yüz bilmem kaç basamak çıkıyorsunuz.. O devir Londrasını anlatan filmler gözümün önünde.. Parasız aşıklar elele tutuşarak bu tepeden kuş bakışı izlerler oyunu.. Ama onlar genç.. Marlo ile ben, dön dön bitmez merdivenlerde tık nefes olduk.. Allahtan bu üçüncü balkonun en önündeyiz.
Tiyatro müdüriyeti bize programlar takdim etti.. Gündüz aramış ve Amerikalı büyük yazarın geleceğini söylemiştik, acaba bizi daha iyi bir yere naklederler mi, diye.. "Kraliçe gelse yapacak bir şey yok" diye özür dilediler.. Tüm koltuklar satılmış.. Protokol için ayrılan yerler de tükenmiş..
Tepeden seyretmek de ilginç.. My Fair Lady'nin özellikle kalabalık dans sahnelerini çok iyi izledik bu kez.. En altta, salonda olsak asla yapamayacağımız bir şeyi yaptık.. Hemen bütün şarkıları, Marlo ile birlikte mırıldandık..
***
Pygmalion, o ünlü antik yunan heykeltraşının (Neydi adamın adı yahu?..) yonttuğu bir kadın heykeli.. O kadar güzel, o kadar canlı yapmış ki, aşık olmuş.. Tanrılara yalvarmış, can vermeleri için. Tanrılar da, isteği kabul etmişler..
Bu mitolojiden, George Bernard Shaw bir komedi çıkarmış..
"Pygmalion"
Dünya sinemasının, bu arada Yeşilçam'ın en çok işlediği konu.. Sokak kızını ele alıyorsun.. Ona düzgün konuşmayı öğretiyor, iyi giydirip ortaya salıyorsun. Herkes prenses sanıyor..
Alan Jay Lerner Shaw'nun eserinden hareketle, bir müzikal metni yazmış, Frederick Loewe da müziklendirerek.. Olmuş My Fair Lady.. Ama en güzel ad, türkçesindeki.. "Bir Kadın Yarattım!.."
1958 yılında ilk açıldığında Julie Andrews, Rex Harrison ve Stanley Holloway oynamış, sinemaya aktarılırken "Julie pek tanınmaz. Bu rolü Audrey Hepburn'a verelim" demişlerdi.. Audrey çok şirin bir Eliza olmuştu. Film 8 Oscar kazandı. Nerdeyse Audrey dışındaki herkese bir heykel verdiler. Ve işe bakın.. O yılın "En İyi Kadın Oyuncu" Oscarı, bir başka müzikalin, Mary Poppins'in yıldızına gitti.. Hani adı My Fair Lady için pek ticari bulunmayan Julie Andrews'a!..
Filmi kaç kez izledim bilmem..
Daha sonra Cüneyt Gökçer'in müthiş cesareti ile Ankara'da açıldı, Bir Kadın Yarattım.. Cüneyt Hoca, Rex Harrison'u hiç aratmayan harika bir Higgins olmuştu.. Eliza'yı Ayten Gökçer müthiş oynamıştı.. Hele Şahap, koca Şahap, büyük Şahap, Şahap Akalın öyle bir Baba Doolittle olmuştu ki, Stan Holloway'e şapkayı ters giydirir.. Albay Pickering'de Asuman Korad, genç sevgilide, o zaman gencecik Bozkurt Kuruç'u da unutmam tabii.. Boş olan her gecemde gitmiştim, Büyük Tiyatro'ya.. Her şarkısı birbirinden güzel My Fair Lady'yi seyretmeye doyamamıştım.. Bu müziğin dünyada basılmış her türlü versiyonun plağı var şimdi diskoteğimde.. İçimi sıkıntı bastı mı, koyarım bir My Fair Lady.. Coşarım..
Onları hatırlıyorum, Royal Drury Lane'in en tepesinden bakarken..
Ve bu defa oyun kadar, teknolojiye de bakıyorum.. Bilgisayarlar, digitaller nerden nereye getirmiş tiyatroyu.. Covent Garden'ın çiçek bahçesinden, Profesör Higgins'in çalışma odasına geçiş 15 saniye.. Ne inip kalkan dekorlar, ne taşınan koltuklar, ne kararan sahne var..
O koca sahne boydan boya şeritlerden oluşmuş.. Kayan şeritler bunlar.. Dekorlar, bu şeritler üzerine yerleştirilmiş.. Bir şerit sağa, ötedeki sola, onun arkasındaki gene sağa kayıyor ve sahne aniden değişiyor.. Tepeden bakınca görüyorsunuz bunu..
Levent Kırca'nın çadırında vardı, bir bölüm.. Orkestrayı sağa sola taşıyordu..
Gencay Gürün, Evita'dan sonra My Fair Lady'yi kafasına takmış.. Duyuyorum.. Higgins'i de bulmuş.. Cihan Ünal.. Gencay Hanım karar verdiyse yapar.. İnşallah yapar..
Oyun bitti, sokağa indik.. Covent Garden, oyunun geçtiği yer işte orda.. Gösterdim Marlo'ya.. Ertesi gün de Hüseyin bir sürpriz yaptı.. Bindirdi bizi arabaya.. Götürdü, durdurdu.. "Bakın" dedi.. Baktık.. Wimpole Caddesi 27 numaranın önündeyiz.. Oyunda Higgins'in adresi..
Ben bu sokağı başka yerden de hatırlıyorum.. Barret kızkardeşler burda yaşarlardı, 19'uncu yüzyılda.. Elizabeth Barret ile ünlü şair Robert Browning'in dillere destan aşkı film de olmuştu birkaç kez.. Delice kıskandığı kızlarını, değil sokağa bırakmak, pencereden bakmayı bile yasaklayan o korkunç babayı Sir John Gielgud nasıl harika oynamıştı.. Yıllarca ezildikten sonra, babasına baş kaldıran ve sevgilisine kaçan Elizabeth'i de, Jennifer Jones!..
Güzeldi, bu kadar romantik anılarla dolu sokakta olmak.. My Fair Lady'de, Freddy'nin ünlü şarkısı da bu romantizmi anlatmıyor muydu zaten..
"Senin yaşadığın sokakta olduğumu bilmek yeter bana" diye dolaşmıyor muydu, burada, bu kapının önünde.. Uşağın içeri davetini geri çevirerek..
Biz Hüseyin'in "Hadi Özer'e" davetini geri çevirmek tabii.. Marlo, Hüseyin, sevgili eşi Zeynep ve ben, harika bir öğle yemeği için Langham Meydanı'nın yolunu tuttuk..
GHOTI!..
Madem My Fair Lady, madem George Bernard Shaw.. Buyrun o zaman bir GBS anekdotu ve bilmecesi.. Shaw Üstad, ingiliz dilinin en büyük ustalarından biriydi. Dil üzerine dersler, konferanslar verirdi. Hem ingiliz dilini iyi konuşmayanlara fena halde kızardı. Hem de ingilizcedeki gereksiz harfleri hem de garip okuma şekillerini eleştirirdi.
Konferanslarından birine başlarken, arkasındaki siyah tahtaya tebeşirle, kocaman bizim başlığımızı yazdı:
"GHOTI!.."
Sonra dinleyicilerine sordu:
"Bunu okuyun ne olduğunu söyleyin bakalım?.."
***
Ben Özer'de yemek yerken Hüseyin ve Marlo'ya sordum, çözemediler.. İngilizce bilenler.. Siz okuyun ve ne olduğunu söyleyin bakalım..
Ben yarın söylerim ancak..
Tecelli'den Abuzittin'e Mektuplar
Abuzittinciğim,
Şükürler olsun, bizimkiler Amerika'dan iyi haberlerle dönüyorlar. En iyi haber de Bush'un, Ecevit'e bizzat "Irak'la ilgili alacağımız kararları size danışacağız" demeseymiş.
Bu nasıl bi danışma olacak acaba? Mesela, önümüzdeki haftalarda şöyle bi telefon konuşması gerçekleşebilir mi?
"Sayın Başbakan saat 21.00'den itibaren Bağdat'ı bombalamaya karar verdik... ne dersiniz?"
"Bunu içime sindiremiyeceğim Sayın başkan!"
"O halde 21.30 olsun!?"
Benim ufak aklım bu işi pek almıyor. Amerika Irak'ı vurmaya kafaya koyacak sonra da bize veya başkalarına danışacak. Al sana son Afganistan örneği.. Adamlar önce müttefiklerine "Operasyonu beraber yapalım" mesajı verdiler.. Avrupa "kem küm" edince tek tabanca giriştiler.
Her neyse.. inşallah tam turizm sezonu arefesinde bi de Irak sendromu yaşamayız. Turizm diyince, bugünlerde Hollanda'nın Utrecht şehrinde büyük bir fuar var.. Bi günde filan zor gezilecek bi turizm fuarı..Türkiye de katılmış.. Hemen girişte kıpkırmızı boyalı, son derece zevkli döşenmiş bi stand. Büyük ilgi çekiyormuş. Bunu bana anlatan bi Alman arkadaşım. Keyiflendim güzel olay.. Özellikle Akdeniz kıyılarındaki dört, beş yıldızlı oteller, tatil köyleri hakkında her türlü bilgiyi bulabiliyor, yaz tatili için rezervasyon bile yaptırabiliyormuşsun.
Yalnız bizimkiler ufak bi noktayı atlamışlar. Fuar daha çok "kamping" ağırlıklıymış. Yani uluslararası kampingler pazarlanıyormuş. Biz otel odası pazarlamaya çalışıyormuşuz. Güzel, bu da bi pazarlama tekniği olabilir.. Ama fuarı gezenler Türkiye'deki kampinglerle ilgili bilgi veya broşür isteyince şu cevabı alıyorlarmış:
".. bizde yok.. İleride Hollanda standı var. Onlarda bulabilirsiniz!"
Olacak şey mi Abuzittinciğim?.. İki tane de kamping broşürü koyuver. Avrupa'da kamping bi hayat felsefesidir.. Mesela Hollanda halkının yarısından fazlası yaz tatillerini kampinglerde geçirirler. Ondan dolayı Utrech'teki fuarın kamping ağırlıklı olması normaldir. Karpuz sergisinde kavun satmaya çalışıyoruz.. Tamam kavunu da satalım ama yanına karpuzları da koy kardeşim.
Koca Turizm Bakanlığı bile bu kampinglerin önemini anlayamıyor. Esasında bu büyük bi pazar.. Ve Türkiye, yabancılar için, daha doğrusu yabancı kampingciler için çok cazip bi ülke.. Eminim Bakanlık Avrupa'da kaç kişilik bi kamping pazarı olduğunu dahi bilmiyordur.
Bunu, tabii ben de bilmiyorum ama bildiğim şu; Almanya'daki ADAC kulübünün üye sayısı 1 milyondan fazla.. Karısı çocuğu, en az 3 milyon turist yapar.. Bu sadece Almanya'da bi kulüpteki kampingci sayısı. Tabii Avrupalı kampçı diyince içlerinde berduşları da vardır ama, ben doğa içinde özgür yaşamaktan hoşlanan paralı kampingcilerden söz ediyorum..
Kısacası, sadece Amerika'nın Irak'ı bombalaması değil, turizm de biz de kendimizi bombalıyoruz..
Münasip yerlerinden öperim Abuzittinciğim.
Kardeşin Güneş
SEVDİĞİM LAFLAR
Çocuklarımızı kuzu gibi büyütmeyelim ki, ileride koyun gibi güdülmesinler.
Sadi-i Şirazi (Teşekkürler Dilşah)
TEBESSÜM
Fıkra Aydın Deniz Şenler'den
Roma'da dünyaca ünlü San Pietro Kilisesi'nde büyük bir Pazar ayini yapılıyormuş... Törene Papa >bile katılmış.
Ama mahşer yerine dönen meydanda Papa'dan çok iki adam dikkat çekmiş... İkisinin de boynunda kocaman birer levha asılıymış. Birinde, "Ben koyu bir Hıristiyanım, lütfen bana yardım edin" yazılıymış. Ötekinde ise "Ben koyu bir Yahudiyim..." Tabii ki kiliseden çıkanlar Hıristiyan olduğunu ifade eden adama yanaşmışlar ve ellerini ceplerine atarak cömertçe bir şeyler vermişler. Yahudi olduğunu ifade eden adamda ise siftah yokmuş. Bu arada kiliseden çıkan iyi niyetli biri, "Yahudiyim" yazısı taşıyana sokulmuş. "Bana bak kardeş" demiş, "..dürüstlük iyi bir şey, ama binlerce Hıristiyan kiliseden çıkarken, senin Yahudi olduğunu böyle aleni olarak ifade etmen kanımca hiç de akıllıca bir hareket değil. Bak kimse sana para da vermiyor zaten.. Bence çıkar o yazıyı boynundan sen de, şu Hıristiyan gibi..." deyince, boynunda "Yahudiyim" yazılı adam "Hıristiyanım" yazılı olana dönüp seslenmiş:
"Heey, Salamon!.. Herife bak be!.. Gelmiş bize ticaret öğretiyor!"
BİZİM DUVAR
Genelkurmay SAREM adında bir düşünce platformu kurdu. Eskiden tank sesiyle uyanırdık. Artık think-tank sesiyle uyanacağız.
Hakan&Utku
|