kapat
Anasayfa
|
E-gazete
|
Sarı Sayfalar
|
Arşiv
|
Üye Ol
|
Üye Girişi
|
English
|
Kırmızı Alarm
  
20 Şubat 2009, Cuma
Sabah
 
Spor Günaydın Ekler Dosyalar Servisler Multimedya Astroloji Kültür-Sanat İşte İnsan Emlak Çocuk Yazarlar Çizerler
Gündem Siyaset Ekonomi Yaşam Dünya Teknoloji Turizm Otomobil
 
24 Saat
24 Saat

Kutlukhan Kutlu: Çizgi romanların "Yurttaş Kane"i

Sinema dergisi
Giriş Saati : 20.02.2009 09:35
Güncelleme : 20.02.2009 19:28
Yeni Haber
Yazar ve çizer Will Eisner 40'lı yılların çizgi serisi "The Spirit" ile sinemanın görsel dilinden faydalanarak Amerikan çizgi romanında yeni ufuklar açmıştı. Şimdi iade-i ziyaret vakti, "The Spirit" sinemaya uyarlanıyor. Hem de kameranın arkasında "Sin City" ve "300" gibi iki mecranın dikkat çekici kesişme noktalarını oluşturmuş öykülerin yazarı Frank Miller var. Dönüp Eisner'in klasik kahramanına ve çizgi roman tarihindeki yerine bir göz atmanın tam sırası..
Son on yıldır çizgi romanla beyazperde arasındaki alışveriş hem daha yoğun, hem de daha bir karşılıklı olmaya başladı. Film kahramanları çizgi romanlara, çizgi roman kahramanlarıysa filmlere akın ediyor; iki mecranın dünyaları, öyküleri, hatta estetikleri birbirine göz kırpıp duruyor. Sonu gelmeyen bir flörte kapılmışlar gibi. Oysa durum hep böyle değildi tabii. Bundan otuz yıl öncesine dönebilsek sinema endüstrisinde çizgi romanlara karşı genel bir küçümseme ve kayıtsızlık hali görürdük. Richard Donner'ın bol yıldızlı ve büyük bütçeli "Superman"i gibi ender başarılı yapımlar Hollywood'un ve genel olarak çizgi roman okumayan Amerikalı yetişkinlerin çizgi romanlar hakkındaki "çocuklara yönelik mecra" algısını değiştiremiyordu. Çizgi roman o sırada bir tür "varoş" olarak görülüyordu.

Eisner'in Rüyâsı
İşte Will Eisner'in senelerdir değiştirmeye çalıştığı algı da buydu zaten. Bu uğurda yeni anlatım biçimleri deneyecek, "ardışık sanat" dediği şeyin dili üzerine kafa yorup ders verecek ve "grafik roman" formatını kullanarak bu sanatın daha "yetişkinlere yönelik" örneklerine imza atacaktı. Superman karakteri Donner'ın filmden tam kırk sene önce, 1938'de bir çizgi romanın sayfalarında ilk boy gösterdiğinde Eisner yeni yeni gelişen "endüstri"de yerini almıştı bile - üstelik sadece sanatçı olarak değil, işveren olarak da. Henüz yirmili yaşlarının başlarında New York'lu bir gençken, adını taşıyan bir firma vardı: Eisner & Iger. Yayıncılara dışarıdan iş yapan bir çizgi roman üretim ekibiydi bu. Çizgi roman aleminde epey bir ünlenecek isimler çalışıyordu ekipte, mesela Batman'in yaratıcısı olarak tanıdığımız Bob Kane ve özellikle Marvel'da birbirinden önemli işlere imza atarak endüstride bir tür efsane haline gelen Jack Kirby. Ancak bugün çizgi roman tarihinde Eisner'in kendisi de en az bu iki isim kadar önemli bir öncü olarak görülüyor. Bronx'lu genç Yahudi Will'i bu kadar önemli kılacak olan, işveren nitelikleri değildi. Çizgi romana bir sanatçı olarak getireceği yeniliklerdi. Bu yeniliklerin önemli bölümünü de Eisner & Iger'den ayrılarak başladığı bir çizgi seride, "The Spirit"te takdim etti.

Ne ilginçtir ki Eisner sözkonusu yenilikleri o sıralarda asıl hareketin görüldüğü yerde, yani kendi başlarına satılan çizgi roman serilerinde değil de, gazetelerin yanında verilen çizgi eklerde gerçekleştirdi... Ki aslında bu eklerin varoluşu da çizgi romanların yükselişiyle alakalıydı zaten: Gazeteler hızla popülerleşen bu yeni mecrayla rekabet edebilmek için çizgi karakterlerin serüvenlerinin yer aldığı ekler vermek istiyordu. Eisner de 1939'da böyle bir çizgi seri yapma teklifi almıştı. Ondan istenen standart kostümlü bir kahramandı ama kendisi bu işi gazete okurlarına, yani "yetişkin okuyucu"ya ulaşmak için bir fırsat olarak görüyordu. "Süperkahramanlardan daha iyi bir şeyler yazmak istiyordum," diyecekti yıllar sonra.

Bir süperkahraman yerine, suçla savaşan bir nevi yeraltı dedektifi yarattı: "The Spirit", yani "Ruh". Yarattığı kahramanın adı ve görünümü biraz esrarengizdi belki ama aslında öyle doğaüstü bir gücü ya da mistik bir yanı yoktu. Denny Colt adında öldü sanılan genç bir polis dedektifinin, bu yanlış anlamadan faydalanmaya karar verip kafasına bir fötr şapka, yüzüne de bir maske geçirmesiyle ortaya çıkan bir tipti "The Spirit".

İşin bu kısmına bakınca aslında ortada pek de yeni bir şey yoktu, çünkü ne de olsa bu tür maskeli adalet savaşçıları özgün değildi. Ucuz macera ve polisiye romanlarında, radyo programlarında, sinema filmlerinde ve çizgi romanlarda bu tür birçok kahraman vardı zaten (bu tür birkaç "maskeli kahraman" hakkında kısa bilgi için "Şapkalı ve Esrarlı" başlıklı kutuya bakabilirsiniz).

Sinemanın Kağıttaki İzleri
Gelgelelim iş, uygulamada bambaşka bir şekil aldı. Will Eisner kendi yazıp çizdiği "The Spirit"te yeni biçimler ve teknikler araştırmadaki kararlılığıyla çizgi roman anlatımının alanını genişletti. Dönem 40'lı yıllardı, yani Amerikan sinemasında kara filmin imzasını attığı yıllar. Ve "The Spirit" hem kara filmden, hem de bu tür için önemli bir esin kaynağı olan Alman Dışavurumcu sinemanın estetiğinden ziyadesiyle besleniyormuş gibiydi: Alışılmadık açılar, sert kontrastlar, sık sık gölgelerin ve ışığın başrole soyunduğu bir görsellik. Kahramanının dolaştığı "Central City" adlı şehir de suçluların fink attığı, bol ara sokaklı, gecesi daha fotojenik, tipik bir kara film şehriydi zaten. Will Eisner bu şehirde geçen maceralar çizerken, özellikle geçişleriyle sinema anlatımını epey çağrıştıran bir dil oturttu.

Bu yüzden artık "The Spirit"e "çizgi romanların Yurttaş Kane'i" gibi bakılması şaşırtıcı değil aslında. Hem her iki eserin yenilikçiliği, hem de muhtemelen Eisner tarafından bir "esinlenme" kapsamına girecek estetik benzerlik, yakıştırmayı anlaşılır kılıyor. Öte yandan mesela seksen sonrası çizgi romanının en önemli yaratıcılarından İngiliz yazar Alan Moore'un, Eisner'in getirdiği tarzın devamına genel bir itirazı var: "Eisner'e her ne kadar saygı duysam da, bence bu yaklaşımın yakın zamanlarda da sürdürülmesi faydadan çok zarar getirdi," diyor Moore. "Çizgi romanlara sinemanın cılız bir akrabası gibi yaklaşırsanız elinizde hareket etmeyen, ses bandı bulunmayan ve başrolde tanınabilir bir yıldızı olmayan bir film kalır."

Gerçi, çizgi roman anlatımının nasıl "işlediği" üzerine epey kafa yoran, bu konuda dersler veren ve çok önemli bir de kitap ("Comics and Sequential Art") yazan Eisner, "The Spirit"teki anlatımını sinemasal anlatımın organik bir akrabası gibi görmüyor gibiydi. Ancak onun ölümünden üç sene sonra bu en ünlü eserini filme aktaracak olan Frank Miller, Eisner ile sohbetlerinde bu konuda epey itirazda bulunuyordu: "Sinemanın üzerindeki etkisini inkar ederdi, daha çok tiyatrodan etkilendiğini söylerdi," diyordu Eisner için, ünlü yazar, çizer ve yönetmen. "Ben de 'Hadi ama,' derdim, 'Yurttaş Kane'i görmüşsün işte. Anlaşılıyor.'"

(...)