Giriş Saati : 27.04.2009 12:07 Güncelleme : 27.04.2009 23:16
Başta ABD olmak üzere küresel güçler büyük bir jeopolitik daralma yaşıyor. Herkes bir adım geri atmış durumda.
Ancak bu geri çekilişi, daha ileriye sıçramak için mi yoksa dünyanın şu anki gidişatını anlamaya çalışmak için mi yaptıklarını bilmiyoruz. Bunu zaman gösterecek.
Bildiğimiz tek şey, büyük güçlerin tarihi belirleyen o acımasız yürüyüşlerinin sürpriz gelişmelere gebe olduğu Çünkü dünya, görünürdeki küresel mali krizden çok daha derin bir uluslararası sistem kriziyle boğuşuyor.
Temellerini ABD, İngiltere, Sovyet Rusya, Çin ve Fransa'nın 1946 yılında attığı uluslararası sistem, iki önemli dinamikten dolayı artık 'detone' olmuş halde.
ABD'nin 2003 yılında tek taraflı olarak Irak'a girmesiyle küresel güçler arasındaki yarım asırlık 'büyük uzlaşı' bozuldu.
Asıl önemlisi de, 1990'lardan sonra uluslararası siyasette asimetrik aktör sayısında yaşanan enflasyon mevcut sistemi işleyemez hale getirdi. Bu iki gelişmeden dolayı uluslararası sistemi ayakta tutan temel değer, kural ve kurumlarda gözle görülür bir erozyon yaşanmaya başladı. Artık her ülke kendi gündemine ve çıkarlarına göre farklı pozisyon alıyor. Eskiden olduğu gibi her alanda 'stratejik müttefik' olmanın gerektirdiği ortak politika izleme tarzı tarihe karıştı.
Birlikte ve blok olarak hareket yerine ikili veya üçlü, hatta değişik konularda çok karşıt görünen aktörlerle işbirliğine dayalı yeni tarz bir 'pragmatist' uluslararası siyaset gelişiyor.
Mutlak düşman veya mutlak dostun olmadığı post-modern, çok katmanlı, çok aktörlü, çoğul ve çapraz dinamikli bir siyaset
Örneğin Ortadoğu ve Irak'ta birbirinin kuyusunu kazan ABD ve İran, Orta Asya ve Afganistan'da çok iyi partner olabiliyorlar. POST-MODERN BİR UZLAŞI MÜMKÜN MÜ?
ABD şu sıralar kurucusu ve en büyük hamisi konumunda bulunduğu sistemdeki kazanımlarını kaybetmemeye odaklanmış durumda. Bütün enerjisiyle yeniden mevzileniyor. Haliyle, diğer küresel ve bölgesel güçler de.
İyimserler dünyanın diyaloğa dayalı, farklı aktör ve uygarlıklarla ilişki içinde olan küresel bir dönüşüm sürecinden geçtiği/geçeceği kanısında. Bu kesimin en büyük kozu ise, sadece ülkesinin değil dünyanın da büyük umutlar bağladığı yeni ABD Başkanı Barack Obama.
'Değişim' üzerine kurduğu seçim kampanyasını, senaryosu iyi yazılmış ve çok iyi çekilmiş bir Hollywood filmi gibi izlediğimiz Obama, göreve gelir gelmez savaş baltalarını gömdüğünü ilan etti.
Çatışma noktalarını 'by-pass' ederek İran, Hamas, Taliban, Küba, Venezüella dahil Washington'ın düşman hattındaki bütün aktörlere zeytin dalı uzattı.
İlişkileri örselenen müttefikleriyle güven tazeleyeceğinin sinyallerini verdi ve bloklara ayrılan dünyayı kendi liderliğinde birleşmeye ve barışmaya çağırdı.
Uzlaşmacı tavrıyla, selefi Bush'un psikoza/ruhsal ve fiziksel çöküntüye soktuğu dünyayı üç ay içinde rehabilite etmeyi başardı.
Boy gösterdiği her yerde karizmasıyla göz doldurdu. Kitleler üzerinde adeta bir 'psikolojik seans' işlevi gördü.
Post-modern çağın bütün özelliklerini kendinde barındıran ABD Başkanı, çoğu kimse için deyim yerindeyse bir rüya kahramanı. Bilim çağında, mitolojik bir figür gibi algılanması onu kısa sürede bir fenomen haline getirdi.
Bu yüzden olsa gerek, nereye gitse bir devlet başkanından çok bir yıldız, bir 'kurtarıcı' gibi karşılanıyor.
BUSH'UN YAŞADIĞI ACI TECRÜBE
Ancak, uluslararası kamuoyunu büyük bir beklentiye sokan ve 'yeni bir çağın habercisi' diye selamlanan Başkan Obama adına karar vermek için vakit henüz çok erken.
Kişisel veya kolektif yönetim anlayışı ne olursa olsun, Amerikan dış politikasının Başkanları aşan bazı temel kodları var. 233 yıldır yürürlükte olan bu hayati kodların en belirleyici olanları ise, mevcut küresel konjonktür ile Amerikan ulusal güvenlik algısının ihtiyaçlarıdır. Bunun en yakın ve en yakıcı örneğini de bir önceki Başkan olan Bush'un yaşadığı 'tecrübe'de gördük.
2001'den 2009'a kadar sekiz yıl görevde kalan George W. Bush, 2000 yılındaki seçim konuşmasında, "Askerlerimizin artık ulus inşası için kullanılmasına izin vermeyeceğim" demişti.
Üç yıl sonra ise (2003), 24 ülkeyi kapsayan Büyük Ortadoğu Projesi ile ABD'nin 1940'lardan beri gördüğü en büyük ulus inşasına girişti. Hem de tek başına.
ABD, özellikle de Bush yönetimi, tek süper güç olma pozisyonunu büyük devletler arasındaki beş yüz yıldır süren dengeyi yok etmek için kullanmaya kalkınca kolektif bir direnişle karşılaştı.
Washington'ın en yakın müttefiklerini bile rahatsız eden bu 'teröre karşı savaş' adı altındaki küresel hegemonya politikası, bu yüzden sadece üç yıl (2002-2005) sürebildi. TERÖR SOPASINDAN DEMOKRASİ HAVUCUNA
2005 yılından sonra ağız değiştiren Washington, 'teröre karşı savaş' sopasını bırakarak yeniden 'barış, diyalog, demokrasi, özgürlük ve insan hakları' sakızını çiğnemeye başladı.
Bush yönetimi, 'kötü/şeytan' ile savaşmaktan vazgeçerek, onu doğurduğuna inanılan sosyo-ekonomik şartlarla savaşı vitrine koydu. Bu tarihten sonra da El-Kaide'nin Irak'ta giriştiği eylemlerde ani bir düşüş yaşanmaya başladı; sonra da saldırılar giderek söndü. Fransa ve Almanya başta olmak üzere Rusya, Çin ve Türkiye gibi sistemin küresel ve bölgesel aktörlerine üst üste tavizler (güvenceler) verildi.
Kuzey Kore ve İran gibi 'Şer Ekseni'ndeki düşman ülkelere karşı ise askeri seçenek kaşla göz arasında masadan kaldırıldı. Köşeye iyice sıkışan ABD, Irak'ta devirdiği Baasçılarla bile uzlaşmak zorunda kaldı.
Benzer bir süreç Obama döneminde terörle savaşta 'ana cephe' ilan edilen Afganistan'da da yaşanıyor. Taliban'a ardı ardına uzlaşma çağrıları yapıldı/yapılıyor. ATEŞKES Mİ SÜREKLİ BARIŞ MI?
Selefinin 2005 yılında startını verdiği yeni politikayı sürdüren yeni Başkan Obama da, 'terörle savaş'ı teröriste karşı mücadeleye indirgeyerek, güvenlik konseptini 'savaş'tan (uluslararası alandan) adli ve polisiye bir vak'a düzeyine (ulusal alana) çekti.
Nitekim daha ileri bir adım atarak terör zanlıları için suç isnadı olarak kullanılan 'enemy combatant-düşman savaşçı' yerine 'yardım ve yataklık eden' anlamındaki 'substantial supported' ifadesinin kullanılması talimatını verdi.
Yani 'terörle savaş' ifadesini ABD'nin siyaset literatüründen sildi. Real-politik dayatmalardan kaynaklanan bu yeni terminoloji, iyimser ve idealist kesimlerce küresel bir 'diyalog ve değişim' politikası olarak pazarlanıyor.
Oysa savaş baltalarını gömen Obama'nın siyaseti bütün savaşlara son verecek bir barış ittifakı (foedus pacificum) çabası değil sadece 'terörle savaş'ı bitirmeyi amaç edinen bir ateşkes (pactum pacis) arayışıdır. Ama asıl sorun, değişeceğini söyleyen ve dünya ile anlaşmak isteyen ABD'de değil. ABD'nin barışmak istediği dünyanın yapısal bir biçimde çok değişmesinde.
Çünkü küresel barışın bağlayıcı olması, çoğul ve birbirine saygılı bir düzen inşa etmesi sadece askeri güç ve diplomatik rızayla sağlanamaz. Bu çaba hukukun gücünü de gerektiriyor.
Uluslararası sistemin şu an içinde bulunduğu kriz, tam da bu hukuki gücün eksikliğinden yani 1946 yılında dünyayı enerji kaynakları ve nüfuz alanlarına göre paylaşan ülkelerin (ABD, İngiltere, Sovyet Rusya, Çin ve Fransa) üzerinde anlaştıkları küresel konsensüsün 1990'lardan sonra çözülmesinden; 2003'ten sonra da tamamen bozulmasından kaynaklanıyor.
Sistemi ayakta tutan aktörlerden ayrı sesler çıkmaya başlayınca, kurulduklarından beri meşruiyetleri zaten tartışmalı, temsiliyetleri ise keyfi olan BM ve NATO gibi uluslararası kurumların itibar, inandırıcılık ve yaptırım gücü de tamamen dibe vurdu.
192 devletin üyesi olduğu BM, siyasi ve askeri nüfuzunu kaybedip sosyal-kültürel bir sivil toplum kurumuna dönüştü. Dünyanın en güçlü askeri örgütü NATO ise 80 bin savaşçısı bulunan Taliban karşısında Afganistan'da ölüm kalım savaşı veriyor.
Irak'ta BM ve NATO'yu 'by-pass' eden küresel güç ABD'nin içine düştüğü vaziyet ise herkesin malumu.
Temel değer, aktör ve kurumların nüfuz kaybından dolayı uluslararası sistemde oluşan bu boşluk, ABD'nin düşmanlarını daha da bilerken, müttefiklerini de yeni arayışlara zorluyor.
Dönüşüm halindeki dünyada küresel, bölgesel, ulusal ve asimetrik (Hamas, Taliban, PKK, Hizbullah vb.) aktörler arasındaki mücadele önümüzdeki yıllarda daha da kızışacak.
Görünürdeki diyalog ve uzlaşı çabalarına rağmen dünya, tıpkı 19. yüzyıl sonları ile 20. yüzyılın başında egemenlik sahaları, hammadde ve enerji kaynakları için verilen paylaşım savaşlarındaki gibi, 'eski hal muhal (imkansız) ya yeni hal ya izmihlal (çöküş)' ruhuyla hareket ediyor. Elbet, bu güç mücadelesini güzel ve huzurlu günlere varacağımız bir 'ara aşama' olarak nitelendiren kesimleri de göz ardı etmemek lazım. Ancak, izledikleri rotalar giderek farklılaşan büyük devletlerin doymak bilmeyen iştihaları küçüklerin tarihsel ve kültürel huzursuzlukları ile birleşince, bu yüzyıl çok çetin ve köklü dönüşümlere sahne olacak.