Gündemde değilmiş gibi görünüyor ama bütün bu kavganın gürültünün bam teli orasıdır: Kuzey Kıbrıs. Türban mürban, işin
"folklorik" yanı.
Altı senedir, bürokraside
"bu adam Kıbrıs'ı verecek" şeklinde derin bir endişe var.
Fakat vermek için, önce
"almış olmak" gerekir.
Biz Kıbrıs'a
"adaya barış ve demokrasi falan filan götürmek" için mi çıktık, yoksa orayı düpedüz
"aldık" mı?
Görünürde birincisi, gerçekte ikincisi geçerli.
Kıbrıs, merhum Ecevit'in inanılmaz tarihi ve siyasi aymazlığı sonucu, sırtımıza otuz beş senedir yapışmış kalmış bir kamburdur (ahmaklık dememek için aymazlık dedim)... Duracağı yeri de bilememişti, yürüyeceği yeri de, çekileceği yeri de. (Ne zaman neyi bilmişti ki?)
Fakat biz Kıbrıs'a hep
"bizim" gözüyle baktık. Kan dökmüştük, ölmüştük, öldürmüştük ve artık bizim olmuştu. Daha doğrusu,
"geri gelmişti". BU BİR OSMANLI REFLEKSİDİR.
Kabul etmek istemesek ve dillendirmeye asla yanaşmasak da,
"bilinçaltlarımızda sürmekte olan Osmanlı bozgunu" ilk kez, sona ermese de, duraklamıştı.
1699'DAN BERİ SÜREKLİ TOPRAK VERİYORDUK, İLK KEZ 1974'TE BU TOPRAKLARIN KÜÇÜK DE OLSA BİR KISMINI GERİ ALMAYI BAŞARMIŞTIK!
Tövbe, ilk kez 1939'da Hatay, ikinci kez de bu... Musul ve Kerkük'te söktüremememiş, konuyu fazla dalgalandırmadan üstüne sünger çekmeyi tercih etmiştik... Ama şimdi bir fırsat çıkmıştı...
Meseleyi kendi kendimize bile itiraf edemedik,
"soydaşlarımızı kurtarıyoruz" kılıfı uydurduk. İşi de iyice
"çözümsüzlüğe" vurduk. Çünkü çözüm istemiyorduk, orası artık bizim olmuştu ve asla kaptırmaya niyetli değildik. Yeterdi gayrı toprak vermek...
Oysa, Misak-ı Milli sınırları içinde Kıbrıs yoktu!
Yani, kendi koyduğumuz ilkelere, işimize geldiği zaman kendimiz mızıkçılık ediyorduk! Buna da
"nalıncı keseri" demezler miydi? Güçsüz olduğumuz sürece
"yurtta sulh, cihanda sulh", uygun gördüğümüz zaman
"yurtta kargaşa, cihana çıkartma"... 1920'de saptadığımız, 1923'te
"konsolide" ettiğimiz çizgileri 1939 ve 1974'te gene kendimiz çiğniyorduk açıkçası... Dünya ilkine sessiz kalınca seviniyor, ikincisine karşı çıkınca da bozuluyorduk, kızıyorduk...
Bir de sorun bakalım kendilerine, Kıbrıslı soydaşlarımız kurtarılmış olmayı değil de
"alınmış" olmayı nasıl değerlendiriyorlar ve bize karşı ne tür hisler besliyorlar?
Mesele bu kadar basittir. Strateji falan işin salçasıdır: Avrupa Birliği'ne girsek, Yunanistan niçin gelsin de bizi karnımızdan vursun? Bir üyenin, başka bir üyeyi yalnız batıdan değil güneyden de kuşatmasının ne anlamı, ne yararı ya da ne zararı var? Bir TürkYunan savaşı artık hiçbir şekilde mümkün değil. Otuz beş yıl öncesinin hesapları bunlar. (Yanılıyorsam, sormak isterim, Ege Ordusu niçin lağvedilmiştir?)
İşte bu nedenlerle de, Türkiye Kıbrıs'tan asla çekilmez, Avrupa Birliği'ne de asla giremez. İki kere iki dört.
Meselenin çözülmesi için ya bir savaş ve bozgun gerekir -düşünmek bile istemiyorum-, ya da olağanüstü yetkilerle donatılmış, otoritesi hiçbir şekilde tartışılamaz bir devlet yöneticisi.
Tercüme edeyim: Bir yeri ya padişah alır verir ya da Atatürk!
Günümüzde ne herhangi bir politikacı bu mutlak güce ulaşabilir ne de herhangi bir muhayyel darbeci...
İsterseniz birinci şıkka dönelim: Bir savaşa girer de yenilirsek, ya da yıpranırsak, ne Kıbrıs kalır ne Güneydoğu...
Hadi siz de isterseniz Amerika'ya şirin görünmek için onunla birlikte İran'a saldırın, sonra da olacakları görün.
Yayın tarihi: 22 Mayıs 2008, Perşembe
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/05/22//ardic.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.