Hiçbir siyasetçi yaşarken
"Devlet Adamı" rütbesine ulaşamaz.
Çünkü yaşayan siyasetçilerin, onları eleştiren, onları yenmeye çalışan rakipleri vardır. Neticede bir siyasetçinin kazanması, diğer siyasetçilerin kaybetmesine bağlıdır.
Böylesine insafsız bir meslektir siyaset.
Bu nedenle bir siyasetçi, çapı, vizyonu, icraatı ve hizmetleri ne olursa olsun, ancak öldükten sonra rakipleri tarafından da
"Devlet Adamı" olarak kabul edilir.
Siyasetçi bir de yaşarken, kendi ülkesi dışındaki kamuoyu odakları tarafından
"Devlet Adamı" olarak kabul edilebilir.
Sovyet lideri Gorbaçov'la sohbet ederken,
"Dünyadaki nükleer dehşet dengesini ve ideolojik kamplaşmayı siz sona erdirdiniz. Bütün dünya sizi alkışlıyor" dediğimde gülmüş ve
"Bunu bir de Ruslara sorun. Kendi ülkemde en itibarsız politikacı benim" diye cevap vermişti.
Bu açıdan baktığınızda bir Türk için dünyadaki politikacılar arasında hangilerinin
"Devlet Adamı" olabileceklerini kriteri, herhalde onların Biz Türkleri nerede görmek istediklerine dayalı olarak bulunabilir.
Gerçek vizyon Gerçekten devlet adamı vizyonuna sahip bir Batılı politikacı için, Türkiye'nin yeri Avrupa Birliği içindedir. Çünkü laikliği ve demokrasiyi birlikte yaşatabilmiş ve nüfusunun büyük çoğunluğu Müslüman bir ülke, farklı kültürlerin birlikte bir dünya oluşturabileceklerinin kanıtıdır.
Bu şekilde demokrasinin ve dolayısıyla istikrarlı coğrafyanın sınırları genişleyecektir.
Başkan Bush'un
"Irak örnek bir demokrasi olacak" diye silah zoru ile bir sosyo-politik model yaratılabileceğini iddia ettikten ve bu iddia iflas ettikten sonra, kendi demokrasisini kendisi yaratıp benimseyen Türkiye'nin değeri doğal olarak artmıştır.
Ancak nasıl yaşayan siyasetçilerin gerçek değerlerini sadece dış kamuoyları anlayabiliyorsa, ülkelerin gerçek değerliliklerini de, dış ülkeler ve dış kamuoyları görebiliyor.
Bu açıdan bakıldığında, özellikle Batılı gözlemcilerin Türkiye için
"Ilımlı İslam ülkesi" içerikli yargılar seslendirmeleri, bizim kendi kamuoyumun bazı kesimleri tarafından bir çeşit
"aşağılanma" biçiminde algılanmakta.
Bunlar için Türkiye bir
"Ilımlı İslam ülkesi" değil,
"Laik bir ülke"dir.
Ilımlı Hıristiyan Kanımca bu konunun bir açıklığa kavuşması halinde demokrasimizin içinde bulunduğu gergin ortam yumuşayabilir. İktidar kavgaları laiklik ve din konulu tartışmalara ipotek edilmekten çıkartılabilir.
Batı açısından
"Ilımlı İslam" bizim de benimsediğimiz demokratik laiklik yorumuna göre
"Din ile devletin, din ile dünya işlerinin ayrılması "dır. Bir başka deyişle
"Farklı inançların özgürce var olabilmesi"dir.
Bu modeli önceki gün, kendisi Yahudi inancından olan ABD'nin eski Dışişleri Bakanı Madeline Albright ile tartışırken, şu yorumu getirdi:
- Laiklik (veya sekülarizm) din ile devletin ayrılması ve inanç özgürlüğünün sağlanması ise, bu açıdan Amerika da Ilımlı Hıristiyan bir ülkedir. Ama biliyoruz ki bizdeki laiklik anlayışının Jakobince yorumuna göre laiklik din ile devletin ayrılması değil,
"devletin dine hükmetmesi "dir. Diyanet İşleri Başkanlığı'nın varlığı da bunun kanıtıdır.
Evet... Bu konunun iç kamuoyunun zihninde somut biçimde belirlenmesi halinde gergin siyaset ortamımız bir ölçüde yumuşayabilir.
İnanç özgürlüğü "Ilımlı" olmayan
"Katı" İslam'ın da, Hıristiyanlığın da, Yahudiliğin de ne olduklarını biliyoruz.
Örneğin Mekke'ye Müslüman olmayan giremez.
Engizisyon İspanyası'nda Müslümanlara da, Yahudilere de hayat hakkı yoktu.
Katı Yahudilere göre cumartesi günleri asansörün düğmesine basmak bile günahtır.
Yani Batılılar
"Ilımlı İslam " dedikleri zaman kendilerininki gibi demokratik laikliği anlıyorlar. Bu
"İnanç özgürlüğü" anlamına da geliyor.
Yani devletin de, hukukun da, adaletin de dini inançlar ve ibadetler yüzünden, bireyler ve toplum kesimleri arasında ayırımcılık yapmamasıdır
"Ilımlı İslam anlayışı" veya laiklik. Devlet ideolojisinin ya da dini inançların, totaliter bir rejimin çerçevesini oluşturmamasıdır.
Yayın tarihi: 21 Mayıs 2008, Çarşamba
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/05/21//barlas.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, TURKUVAZ GAZETE DERGİ BASIM A.Ş.