Osmanlı ordusuna modern topçu eğitimi vermek için 1820'li yıllarda İstanbul'a gelen Von Moltke, devrimci Padişah 2'nci Mahmut'un bazen gözdesi olan bazen de gözden düşüp Boğaz'daki yalısına çekilen bir paşayı anlatır.
Paşa Padişah'a yakın olduğu dönemlerde redingot ve fes giyer.
Paşa gözden düşüp yalısında inzivaya çekildiği dönemlerde de, başında sarık, entarisi ile bir sedirde bağdaş kurup, nargilesini tüttürür.
O dönemde
"Devlete yakın olmak" ile
"Padişah'a yakın olmak" aynı şeylerdir.
Cumhuriyet'le padişahlık kalmadı.
27 Mayıs askeri darbesine kadar da,
"Devlete yakın olmak" ile
"İktidara yakın olmak" aynı şey sanıldı.
"Atatürk'ün sofrası", "İnönü'nün çevresi" veya "Menderes'in arkadaşlığı" insanlar için devlete yakın olmakla eş anlamlıydı.
27 Mayıs darbesi ertesinde
"Devlet"i birden fazla kurumun veya olgunun temsil ettiği anlaşıldı.
Zaman geçip yeni darbeler gelince bu duruma bir isim de bulundu.
Geçiş Dönemi Askeri müdahale zamanlarına
"Geçiş Dönemi" denilmeye başlanıldı.
12 Eylül'de ikinci kez askeri darbe ile devrilişi ertesinde Süleyman Demirel'le sohbet ederken,
"Üzülmeyin bu bir geçiş dönemi" dediğimde, Demirel gülmüş ve şu cevabı vermişti:
- Asıl geçiş dönemi bizim seçim kazanıp iktidar olduğumuz dönemlerdir. Biz geçiciyiz bunlar kalıcı. Şimdi bazıları
"Askeri müdahaleler olmasın diye Anayasa Mahkemesi var" derken, doğal olarak dünü bugünle karşılaştırmayı denemekteyiz.
Yadsınması mümkün olmayan gerçek, Türkiye'de Devlet'in
"iki başlı" olduğudur. Bu
"Kuvvetler Ayrılığı" ndan öteye bir rejim modelidir.
28 Şubat geçiş döneminde Tansu Çiller, durumu şöyle yorumlamıştı:
- Seçilmiş iktidarların önünde Adnan Menderes'in idam sehpasındaki fotoğrafı durur. Türkiye'de idam cezası, Adnan Menderes'in değil Abdullah Öcalan'ın asılmaması için kaldırıldığına göre, dış konjonktürün iç siyaset üzerindeki etkisini de, bu arada hesaba almamız gerekiyor.
Şimdi dış konjonktür, Türkiye'de devletin tek merkezli olması ve gerçekten kuvvetler ayrılığına dayalı bir modelin benimsenmesi için, ağırlığını koymakta.
Mesela yargı yasama ve yürütmeyi denetleyecek. Ama yargı ne yasamanın ne de yürütmenin yerine kendini koyabilecek. Siyasi konular Meclis'te ve olmazsa genel seçimlerde karara bağlanacak.
Ana gündem Türk siyasetinin önümüzdeki dönem gündeminin ana maddesi budur.
AK Parti kapatılsa da, açık kalsa da ana gündem maddesi bu olacaktır.
Bu sorun çözüme bağlanana kadar herkes bilmeli ki, bir kişi hakkında
"İktidara yakın" yorumu yapıldığı zaman şu soru hemen sorulmalıdır:
- Hangi iktidara yakın? Eğer ana muhalefet partisi halktan oy alıp iktidar olmak için çaba göstermek yerine, Meclis'te çıkan her kararı ve kanunu Anayasa Mahkemesi'ne taşıyor ve halktan oy alabilen bir partinin kapatılmasını sevinçli bir telaş içinde bekliyorsa, bu normal bir durum değildir.
Bir siyasi parti kaderini halkın oyuna değil de, Anayasa Mahkemesi'ndeki 11 üyenin oyuna bağlayabilir mi?
Bir parti hiçbir seçimde iktidar olamayacak ve o partinin oy alıp iktidar olabilen rakipleri de şu ya da bu gerekçelerle her dönemde kapatılacak.
İki yol Bu durum karşısında AK Parti'nin ve Tayyip Erdoğan'ın önünde izlenebilecek iki yol var.
Birincisi,
"Benim oğlum bina okur, döner döner yine okur" ilkesini ve
"Dön baba dönelim, hacılara gidelim" modelini benimsemek.
- Böyle gelmiş böyle gider. Devlet döver de sever de. Ne taşkın ol asıl, ne şaşkın ol basıl. Sabreden derviş muradına ermiş, diye mırıldanarak, Boğaz'daki yalıda inzivaya çekilmek ve halkın yine devreye girmesini beklemek bir yoldur.
İkinci yol da
"Gerçek anayasal demokrasi" için, evrensel kuralların artık Türkiye'de de geçerli olmasının yollarını açmak.
Bu açıdan AK Parti kapatılsa da açık kalsa da, bundan sonraki siyaset eskisi gibi olmayacaktır.
Yayın tarihi: 6 Mayıs 2008, Salı
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2008/05/06//barlas.html
Tüm hakları saklıdır.
Copyright © 2003-2008, MERKEZ GAZETE DERGİ BASIM YAYINCILIK SANAYİ VE TİCARET A.Ş.