Çocuk aklım işte... Neden okuma yazma bilmediklerini anlamazdım! "Neden beni bir köşeye usulca çekerler?" diye merak edirdim. "Neden askerdeki nişanlıdan gelen mektubu bir değil, üç kez okuturlar?" diye... Hele o mektubun içindeki, büyüleyici aşk sözcüklerini hiç anlamazdım. Bir de mektubun içinden çıkan sigaranın koklandıktan sonra neden saklandığını... Tek anladığım şey, mektubun son cümlesiydi: "Büyüklerin ellerinden, küçüklerin gözlerinden öperim." Küçüktüm ya... Gözümden öpülmenin iyi bir şey olduğunu bilirdim. Büyüdükçe bana mektup okutanlar, genç kızlar değil, analar ve babalar oldu. Saygıda kusur olmasın diye, bütün sülalenin tek tek hatrını soran o asker mektuplarında, konu eşine gelince, isim bile söylenmeden "Mahsusen selam ederim," cümlesi, beni hep şaşırtırdı. Büyüdüm, adam oldum ve askere gittim. Subay olup, kıta hizmetine çıkınca üzerinde, "Er mektubu görülmüştür..." damgalı mektupları, okur gibi yapar ve erata tek tek vermekten keyif alırdım. Herkesin bir köşeye çekilip, mektuplarını okumasını izlerken, iç cebimdeki sevgilimden gelen mektubu usulca okşardım. Şu 'aşk sözcüğü' dedim ya... Yıllar önce Münih'te bir tramvayın a Arka bölmesinde iki Türk genci, sanki etraflarında hiç kimse yok gibi konuşuyordu. Belli ki fabrikadan çıkınca buluşmuş, gelecek için tartışıyorlardı. Kız, "Annene, babana beni sevdiğini ne zaman söyleyeceksin? Ne zaman beni isteyeceksin?" dedi. Genç adam, "Söylüyorum, ama anlamıyorlar ki..." diye cevapladı. Genç kız "Nasıl?" dedi. Genç adam, başını önüne eğip, söylendi: "Üç gündür her akşam sofraya oturuyorum ve hiçbir şey yemiyorum." Genç kız "Bu ne demek?" dedi. Genç adam sevgilisinin ellerini tutup konuştu: "Dün gece yine yemek yemeden sofradan kalkınca, annem babama dedi ki, 'Bu oğlan âşık. Hele şunun bir derdini yokla bakiim!' Bugün yarın babam sorar, ben de anama anlatırım ve seni istemeye geliriz." Tramvaydan indim. Arkalarından baktım. Onlar tramvayda yalnız gibiydi. Neyse efendim, söz konusu aşk olunca, lafı nereye getirdik. Şuradan efendim, şuradan... Sırtımı bir çam ağacına dayamışım. Elimde gazeteler... Okudukça söyleniyorum. Kendi kendime diyorum ki: "Aradan onca zaman geçti. Bir tane bile aşk mektubu alamaz oldum! Şimdi aldığım mektuplar, postayla gelmiyor. Şimdi mektuplar, gazete köşelerinde yayınlanıyor. Bana gelen mektubu, belki de benden önce milyonlar okuyor. Belki de en son ben!" Her neyse efendim! Lafı asker mektubu gibi uzattıkça, uzattım. Bana bu hafta dört mektup geldi. Üstelik bu üç mektup da pulsuz bir zarfta değil, açık gazete sayfalarındaydı. İlki şu kanserle savaşımda, ilk cephaneyi bana veren Hıncal Uluç ağabeyden geldi. Beni o ünlü bisikletçiyle özdeşleştirmiş, "İşte bizim Lance'ımız," diyordu. İkinci mektup ise kadim dosttan, Umur Talu'dandı. O da bir yaşam felsefesiyle beni milyonların bayraktarı yaptı. Üçüncü mektup ise Hakkı Yalçın'dan... O şair ruhuyla sanki bir güfte yazmıştı. Sonuncusu ise benim seçkin dostum Şansal Büyüka'dandı. Bir futbol eleştirisi gibiydi. Elbette o maçın galip takımını, yani beni motive eden müthiş bir mektuptu. Bu dört mektubu bir kez değil, defalarca okudum. Moralimin en bozuk olduğu günlerde... Çünkü bu mektuplar, bana bu yolda asla yalnız yürümeyeceğimi bir kez daha hatırlattı. Bodrum'un mavi denizini üç günlüğüne bırakıp ta Köln'e kadar gittim. "Bana ne şanslı adamsın," dediler, "Aylardır burada yağmur yağıyor, her tarafı sel götürüyordu. Sen geldin güneş açtı!" Bizim Alamancılar, bu sözü Köln'e gelen her Türk'e söyledi. Şu üç günde anladığım tek şey var: Benim yerim Bodrum ve denizler!
Yayın tarihi: 12 Ağustos 2007, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/08/12/pz/kanat.html
Tüm hakları saklıdır.