Didim'de deniz kenarındayım. Kumdan kaleler yapan çocukların sevinç çığlıklarını duyunca, başımı kaldırıp bakıyorum. Onları mutlu eden şey, dalgaların biraz önce yaptıkları kaleleri yıkması... Peki, dalgalar o kaleleri alıp götürdüğü an, o çocuklar niye bu kadar çok mutlu? Hele erkek çocukların birbirlerinin kalelerini ayaklarıyla ezmesinin anlamı, zafer kazanmak mı? Oysa o kaleleri yapan da onlar, yıkan da... Hadi itiraf edeyim, benim de hayallerimin kaleleri bir bir yıkılıyor! Kendi kendime soruyorum: "Bu ülke benim ülkemse, neden kendi ülkemde bir yabancı duygusu yaşıyorum?" "Bu ülke benim ülkemse, neden benim değil, yabancıların kuralları geçerli?" Didim'de kendimi İngiltere'nin sömürgelerinden birinde sandım. Sanki bir eyalet. Tek eksik, sömürge valisinin olmayışı. Altınkum'un çevresinde kümeleşen 30 bin İngiliz, kendi kurallarını koymuş. Alman ve Fransızların gelmesini istemeyen İngilizler, kilise kurma hazırlığında... Kendi yönetimleri için belediye başkanlığı gibi ciddi bir arayış içindeler. Bir Türk gencine soruyorum: "İngilizler, entegre oldu mu?" Gülümseyerek yanıtlıyor: "O konuda tek aşama, çirkin İngiliz kızlarının, yakışıklı Türk gençleriyle çok mutlu olması..." "Peki," diyorum, "sosyal hayatta Türk-İngiliz dostluğunda gelişme var mı?" Türk genci öfkeyle söylendi: "Gündüzleri İngilizler çok kibar. Her şey için teşekkür ediyorlar. Hatta ev alırken kazıklandılar, buna rağmen teşekkür ettiler. Ama akşam kafaları çekince, başka insan oluyorlar. Saldırganlaşıyorlar. Gürültü içinde müzik dinliyorlar." (İngiliz müziğini bastırmak için halay çekip, bağıra çağıra türkü söylediklerini anlatıyor.) "Zamanla Türk-İngiliz dostluğu oluşur," diyorum. Türk genci, "İngilizlerin köpekleri bile entegre olmadı ki insanları olsun," diyor. Şaşırdığımı görünce "Anlatayım," dedi: "Sky Bar'ın sahibinin bir köpeği var. Ne zaman
I Will Always Love You şarkısı çalsa, o köpek barın kapısına çıkıp havlamaya başlıyor. Havlıyor mu, ağlıyor mu belli değil. Tüm mahalleyi isyan ettiriyor. Öyle bir havlama ki bizim köpekleri bile delirtiyor. Bu köpeği susturmak için jandarma geldi, yine susturamadı." O an köpeğim Kaptan aklıma geldi, duygulandım. İstanbul'a dönünce o şarkıyı Kaptan'a dinleteceğim. Bakalım o da aşk acısı çekiyor mu öğreneceğiz! Kaptan dedim de şimdi o Kavacık'ta eğitimde. Üstelik leyli (yatılı) okuyor. Hem kibarlık eğitimi görüyor hem de insanlarla nasıl ilişki kurabileceğini öğreniyor. Konuyu nereden nereye getirdik. Oysa Didim'de gördüğüm ciddi iki fotoğrafı tartışmaya açacaktım. Altınkum'dayım, İngilizler özgürce denize giriyor. Kimi üstsüz, kimi çıplak. Akbük'deyim, sanki lale devrinden manzaralar... Hanımlar şık ve zarif! Bu iki fotoğrafın kesiştiği tek nokta hoşgörü! İngilizlere gösterilen hoşgörü, Türk hanımlarına gösterilmiyor. Burada yargılanan bin yıllık bir yaşam biçimi, bir kültür! İngilizleri rahatsız etmeyen bu Türk kültürü, Türkleri niye rahatsız ediyor? Denize haşameyle girdikleri için bazen gülünç olan hanımları anlamakta zorlanıyorum. Buna rağmen onlara saygı duymamı, hoşgörüyle bakmamı kimse eleştiremez. Asla onaylamasam bile bu bin yıllık yaşam felsefesidir. "Bu noktaya nasıl geldik? Türkiye'nin o aydınlık yüzü neden karanlığa döndü? Haşameyle denize girilmesin," mi diyorsunuz? "O zaman siz de İngilizler gibi üstsüz girin," desem, bana kızmaz mısınız?
Yayın tarihi: 3 Haziran 2007, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/06/03/pz/haber,B36EA350156D46D2AB5446E36CAF2289.html
Tüm hakları saklıdır.