Çökertme'den çıkıp teknem Meleğim'in pruvasını dünya cenneti Kleopatra Adası'na çevirince, karşıma bir insanlık utancı çıktı: Gökova Termik Santralı! O uzun bacasından tüten dumanların kokusu altındaki yolculukta düşündüm; "Bu cenneti yok etmek için buraya termik santralı kuranları, insanlık mirasına ihanet etmekten suçlasam, çok şey mi yapmış olurum?" Sonradan öğrendim ki santralın önündeki koy, sarı küllerle kaplanmış. Meyve bahçeleri yok olmuş. Anlayacağınız doğa cenneti bir köşenin o harika yeşili, yok olmuş. Söylendim, öfkelendim, kızdım, bağırdım ve çağırdım. Affedersiniz! Okkalı bir küfür de savurdum! Niye mi? Bu harika koylar, babamın malıydı, benim malımdı, sonra da çocuklarımızın malıydı. Ne yaptık? Bir hiç uğruna yok ettik efendim. İçimdeki sızıyı, sol kıç omuzdan gelen ve Meleğim'i bir beşik gibi sallayan ters rüzgâr bile dindiremedi. Hayaller içinde dümen tutarken, o iğrenç kule bana iki olayı hatırlattı.
BURSA ŞEFTALİSİ YİYEMEYECEĞİZ
Lütfen okurken biraz düşünelim. Bursa'da termik santral yapılıyor, Türkiye'de aydınlar isyan ediyor ya... Halk ise çok memnun. Almanya'da bu haberi bir lokantanın köşesinde yüksek sesle tartışırken, yan masadan bir Türk mühendis, benim soruma cevap verdi: "Şu bol sulu Bursa şeftalisi var ya... İşte o meyveyi unut. Bir daha yiyemeyeceğiz!" O zaman gülüp geçmiştim. Sahi Bursa şeftalisi şimdi var mı? Ben Afşinliyim. Bir zamanlar inek otlattığım sonra da derelerde yüzdüğüm yere, termik santralı kuruldu. Peki, ne oldu? O harika üzüm bağları yok oldu. O elma ve armut cenneti ağaçlar kurudu. Anlayacağınız o 'yeşil Afşin', şimdi küller altındaki 'sarı Afşin' oldu. Daha kötüsü de şu; kül yağmuru yüzünden binlerce kişi, akciğerlerinden çok ciddi sağlık sorunları yaşıyor. Geçenlerde doğup büyüdüğüm Afşin'e gideyim dedim. Ağabeyim Ziya uyardı; "Sakın gitme! Hayal kırıklığına uğrar, çok üzülürsün. Çünkü senin Afşin bugün ölü bir kent." Bu moral bozukluğu içinde, deli mavi denizle boğuşurken ağabeyim Ziya bağırdı; "Yat geliyor, dümene sıkı sarıl."
DALGA GELDİ, BARDAK KIRILDI
Sarıldım da... Ama çok geçti. Dolaplara özel sakladığım son porselen takımı ile özel şarap bardaklarının kırılma sesini duydum. Yanımdan geçerken sanki denizi ikiye ayırıp giden yatın yarattığı dalgaların içinde boğuşurken öfkelenip söylendim. Affedersiniz! Bastım küfrü... Bir de baktım ki yattakiler bana gülümseyip el sallıyor. Bu konuya açıklık getireyim... Benim motor çalıştırıp, yelken açarak 10 saatte gittiğim yere, bu yatlar bir saatte gidiyor. Giderken de dev dalgalar yaratıyorlar. İşte o dalgalar, bizimki gibi küçük tekneler için inanılmaz tehlike... En basiti, teknede çanak çömlek adına ne varsa, hepsi yerde! Karada canavar olan bizim otomobil sürücümüz, denizde kaptan olunca hem canavar hem de psikopat oluyor!
'BU KAFA ARTIK SAKSI OLDU'
Gökova Körfezi'ni dalgalarla boğuşarak geçtikten sonra girdiğim İngiliz Limanı'nda büyülendim. Koyun en dibinde ve iskele tarafında denizcilik tarihinin duayeni Sadun Bora'nın teknesi Kısmet kıçtan kara, kendi deyimiyle sekiz numaralı çam ağacına bağlı... Büyük üstatla tanışmak için gittim, bulamadım. Nerede olduğunu sorduğum genç bir köylü kızı, şöyle yanıtladı: "Biraz önce elinde sopası, kulağına taktığı çiçekle gidiyordu. Çiçeği sordum, bana, 'Bu kafa, artık saksı görevi yapıyor!' dedi." Sen çok yaşa emi Sadun üstat! Ormanla denizin buluştuğu o harika ortamda, müthiş bir aileyle tanıştım. Aslında Çetin-Yasemin'in dostları olan Ayşe Hanım, inanılmaz bir sevecenlikle bizlere ev sahibeliği yaptı. Benim 'Mozart emmi' ismini taktığım piyanistim, sevgili Çetin dostumuz, akşamları DJ'lik yaparak, bizi klasik müziğe doyurdu. (Bir akşam sevgili dostum Sümer Ezgü'nün bana yolladığı yeni CD'sini dinleyerek rakı içtik. Tavsiye ederim, türküler harika...) Bu müthiş dostluk, bir büyük sürprizle noktalandı. Ayşe Hanım, bizim Hıncal Uluç'un kuzeni çıkmaz mı? Telefona sarıldım, bir başka kuzen bizim Gürcan Bilgiç'le konuşturdum. Uzun yıllardır görüşemeyen iki kuzenin sohbetinde, Hıncal Ağabey büyük eleştiri aldı. İngiliz Koyu'nun en güzel bu yerinden ayrılırken, Otluk Koyu'na öylece baka kaldım. Özal döneminde bir tatil cenneti olan Cumhurbaşkanlığı Konutu, bir virane olmuştu. Sahi, Cumhurbaşkanımız Sayın Ahmet Necdet Sezer neden tatil yapmaz?
ŞARKININ BÜYÜSÜ BOZULDU
Denizciler bizim meteorolojiye güvenmiyor. Yunanların Poseidon'una internetten sordum, cevap: "Denize açılma. Fırtına var." Bu deli gönlüm, buna rağmen dümeni Bodrum'a kırdı. Çünkü eşim Sevinç Hanım ile köpeğim Kaptan gelecek. Dönüşte, 'çıplak ayaklı kontes' adını taktığım Yasemin Hanım'dan dinlediğim İspanyolların şu 'Arabamın dingili...' şarkısı: "Yanımda bana eşlik edecek kimse yokken yürümek, yeterince sıkıcı... / Sessizliğe gerek yok..." Yasemin Hanım, bu şarkının büyüsünü bozdu. "Bizimkiler bu harika melodiye söz uydurdu." İspanyolların o ünlü şarkısı, Türkiye'de bakın nasıl söylenir olmuş: "Gülmek için yaratılmış gözlerdeki yaşlar niye? / Sevmek için yaratılmış kalpler, hep bomboş niye?" Gezi notlarına devam edeceğiz efendim. Teknem Meleğim'in rüzgârı bol olsun!..
Yayın tarihi: 22 Temmuz 2007, Pazar
Web adresi: https://www.sabah.com.tr/2007/07/22/pz/haber,0C11492F3EA04A97A7E0025E3FC0E6F0.html
Tüm hakları saklıdır.