Deniz ve balık ölüme çağırır
Maraş'ın Afşın Kasabası'ndan gelip İskenderun'da Deniz'i ilk gördüğüm de hiç şaşırmamıştım. Sadece o kömürle işleyen o kocaman şileplerinin, uskurlarının sesi beni büyülemişti. Trene ilk bindiğimde de şaşırmamıştım. Uçağa da öyle! Çünkü bütün bunları hep dergilerde resimlerde görmüştüm. Her şey beklediğim gibiydi. Ama o denizin dibine daldığım gün... Şaşırmak ne demek, şoka uğramıştım! Sizlere nasıl anlatayım. Sanki cennetin bahçesinde yüzüyor gibiydim. O renkli balıklar... O çiçekler... Sanki dans eden bir dünya... Denize yine dalmak istedim. Biraz daha derinlere dalmak istedim... Sonrasında ömür boyu taşıyacağım bir kulak çınlaması ile yukarı çıktığımda bayılacak gibiydim. Biraz sonra kulaklarımın çınlayan sesini susturmak için bezle tıkadım ve daldım. Bu son dalışım oldu! Denizden bana o güzellikleri görmek bir daha yasaklanmıştı. Geride ömür boyu tedavi gereken sakat bir kulak bırakmıştı. İşte o yüzdendir ki derinlerin büyüsüne kapılıp daha derine dalanları anlarım ama anlayamam da. Hele gençlerin o çılgınca dalmalarını. Bodrum'da bir gece Gemibaşın'da yemek yerken yan binadan bir acı haber geldi. Dediler ki "Ali Can Acar daldı, bir daha yukarı çıkmadı". Sonra hüzünlü bir öykü. Hep "Neden?" dedim. Ömrü denizlerde geçen Kaptan Osman Bilgin kaptan yorumladı: "Bir gün önce büyük bir balık vurdu ya. Ertesi gün daha büyüğünü vurmak için hiç dinlenmeden sıkça daldı. Biz buna sığ su bayılması deriz. Beyine oksijen gitmediği an bayılır. (Bu çok ağırlık kaldıran haltercilerde olur.) Daha derine daldı. Balığı gördüğü an her şey bitmişti. Çılgınca bir takip. Sonra dönüş için zaman yok. Şok ve vurgun!" Deniz ve balık gencecik bu çocuğu ölüme çağırmıştı. Her balıkçı Yalçın'a gittiğim de simsiyah saçları ile kucağında orfoz ile gururla poz veren Ali Can'ın resmi beni alır götürür. Ta denizlerin dibine! Geçen gün ünlü bir işadamı da tüple dalmış. Vurgun yemiş. Bodrum'daki hastanelerde basınç odasında uzman doktor olmadığı için kötü son. Boyundan aşağısı felç! Bu olay beni geçmişlere götürdü. Sünger avcılarının o mutlu gidişlerine ve mutsuz dönüşlerine. Hepsi bir hikâyedir aslında. Bodrum'da Mehmet Kaptan'dan (hayattaki öteki kaptanlara saygılar!) dinlediklerim beni hep etkilemiştir. O sünger avcıları, ellerinde sadece bir pusula ile denize açılırlardı. Üstelik kürek ve yelkenle. Ellerinde bir ayna... Denizin derinliklerini gözlerlerdi. (Şimdi radar var. Kaç metrede kaç tane balık var, kilosunu ve cinsini bile söylüyor). Sonrasında halata bağlanan bir delikli taşa sarılarak (ağırlık yapmasın diye çırılçıplak) dalış. Elerindeki sepete doldurulan süngerlerle yukarı çıkış. Sonrasında o dalış elbiseleri ile dalışlar başladı ki denizin altında yürür gibi dolaşıp süngerler toplanmaya başladı. Şimdi sünger yok. Denizi kirlettiğimiz için o benim çocukluğumda gördüğüm ve şoke olduğum denizin altındaki o harika ve büyülü dünya da yok. Dahası; süngere giden de ve sürgünde ölen de yok artık. Ama... Öyküler var. Anlatılırlar...
|