Kendinden kahraman öyküsü
Mrs. MacNeal ya da tam adıyla Sarah MacNeal, her zaman büyük sevgiyle, saygıyla andığım bir öğretmenimdi. Edebiyata ilgimin kıvılcımlarını kime, neye borçluyum, bilemiyorum; ama o ilgimi körükleyen Mrs. MacNeal olmuştur. Öğrencileriyle tek tek dostluk kurmuştu. Onları öyle yüzeyden değil, derinlemesine tanımaya özen gösterirdi. Orta 3'te İngilizce dersimizde bütün yıl mitologya okuttu bize. İlk dönem Edith Hamilton'ın 'Mitologya'sını ezber ettik. İkinci dönem ise Homeros'u. Özetlenmiş, sadeleştirilmiş metinlerle değil, İngilizceye tam çevirileriyle. İliada'yı okumadan geçtik. Öyküsünü de kişilerini de Edith Hamilton'un kitabından biliyorduk zaten. Öğretmenimiz ek bilgiler vermekle yetindi. Ama Odissea'yı uzun süre, neredeyse cümle cümle inceledik. Mrs. MacNeal, önce yapıtı soluk soluğa okunacak bir serüven kitabı haline getirdi gözümüzde. Edebiyatın e'siyle ilgilenmeyen arkadaşlarımız bile onun derslerini bekler oldu. Sonra "sanatçı" Homeros'u tanıttı bize. Özelliklerini, inceliklerini, anlatımını... Büyük bir sabırla hep gülümseyerek. O yıl Homeros, "benim yazarlarım" arasında seçkin yerini aldı. Mrs. MacNeal olmasaydı da Homeros'u tanıyacak, sevecektim gerçi; ama yüreğimdeki yeri sanırım o kadar sıcak, o kadar özel olmayacaktı. İliada'yı Odissea'dan sonra okudum. Mrs. MacNeal'in bize okutmak için neden Odisseia'yı yeğlediğini anladım. İliada bir savaş öyküsüydü gerçi, ama "serüven" açısından Odisseia kadar zengin değildi. Daha çok kahramanlarının, Akhilleus'un, Hektor'un, Agamemnon'un, Odysseus'un, elbette Paris'le Helena'nın ve Olymposlular'ın kişiliklerinden, onların iç dünyalarından, davranışlarından, birbirleriyle karşılıklı ilişkilerinden alıyordu rengini. Aslında Akhalar'la Troyalılar'ın savaşını değil, tanrıların savaşını anlatıyordu. Sanırım Mrs. MacNeal, Kiklops'uyla, Kirke'siyle, Sirenleriyle Odisseia'nın o yaşta ilgimizi daha çok çekebileceğini düşünmüştü.
ÖLÜMSÜZLÜK İKSİRİ GİBİ İliada ile Odisseia bir ömre yeter. Bunlardan tekini yazabilen sanatçı bile ölümsüzlük iksirini içmiş demektir. Homeros'un kaybolan, günümüze ulaşmayan yaklaşık yirmi yapıtının daha olduğu ileri sürülüyor. İnanılır gibi değil. Şiirle öykü anlatmak, bu işin ustasının deyimiyle, "zor zanaat". Hem öyküyü sürdüreceksiniz, hem şiirden ödün vermeyeceksiniz. Çok sanatçı denemiştir bunu, ama genellikle ya şiir uğruna öykü ya da öykü uğruna şiir yok olup gitmiştir. Homeros dengeyi kurabilen ender sanatçılardan biridir. Ve bu türün öncüsüdür. O da bir öğretmendir. Şiir, öykü ya da roman yazmak isteyen gençlerin ilk okuması gereken sanatçıdır Homeros. Onun yapıtlarını "çalışarak" önemli ipuçları elde edilebileceğine inanıyorum. Özellikle kurgu, hayal gücünün kullanımı ve yalınlık konularında. Benim kuşağımdan birçok kişi, İliada'yı Homeros'un kitabıyla değil, Robert Wise'ın "Truvalı Helen" (1955) filmiyle hatırlar. Daha doğrusu, Helena'yı oynayan Rossana Podesta'yla. Jacques Sernas'la Stanley Baker'in yanı sıra Brigitte Bardot'nun da küçük bir rolü vardı. Filmin Homeros'la tek ilgisi öyküsünden geliyordu. Kişilikler çizilmemişti. Görkemli, ama yapay mı yapay bir Hollywood ürünüydü. Yine aynı yıl Odisseus'u da seyrettik sinemada. Mario Camerini'nin Odisseus'u Kirk Douglas'- tı. Filmde Silvana Mangano'yla Anthony Quinn de oynuyordu. Yine aynı görkem, aynı yapaylık. O da Homeros'un değil, sıradan bir tefrika yazarının yapıtından sinemaya uyarlanmıştı sanki. Wolfgang Petersen'in "Troya"sı sinemalardan sonra Digitürk'te de gösterildi (Wise'ın "Truvalı Helen" iyle birlikte). Filmin Homeros'un yapıtını yansıtması açısından başarılı olduğunu söyleyemem. Petersen düzeyli bir yönetmen, ama Das Boot'tan sonra Hollywood'a teslim olmuş durumda. Yapımcılar da 250 milyon doları sokağa atacak değiller ya... Yine görkemli savaş sahneleri izleyerek nefis körlettik.
TROYA BELGESELİ HAZIR Şimdi sırada TÜRSAK Vakfı'- nın beş yıllık bir hazırlık sürecinden sonra karşımıza çıkarmaya hazırlandığı "Troya" belgeseli var. Filmin yönetmenliğini Rıza Baloğlu yapmış. Burçak Evren dostumuz senaryoya katkısının yanı sıra Schliemann rolünü de üstlenmiş. İlk gösterimi 43. Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde yapılacak "Troya"yı, geçen yıl yitirdiğimiz Manfred Kormann bu konuda yapılmış en iyi belgesel olarak nitelendirmiş. Bir de Troya'nın düşüşünden sonra yaşananlar var. Bunu en güzel Euripides anlatmıştı. Bence bir başyapıt olan "Troyalı Kadınlar" oyununda. Poseidon, oyunun girişinde savaş sonrasını anlatıyor: Kutsal korular ıssız şimdi, Tapınaklarda kan var. Koruyucu Zeus Sunağı'nın basamaklarında Cansız yatıyor Priamos. Sayısız altın ve yağmalanan ne varsa Troya'da Akha gemilerine yükleniyor. Rüzgarı bekliyorlar on yıldan sonra, Karılarını, çocuklarını görecekler on uzun yıldan sonra, İçleri içlerine sığmıyor. Yunan ilinden saldırmaya gelenler, Yakıp yıkmaya Troya'yı. Athena ve Argoslu Hera, o iki tanrıça Elbirliği ettiler bunu sağlamak için, Yendiler beni. Artık ayrılmalıyım yüce Troya'dan, Sunaklarından ayrılmalıyım; Issızlık çökerse bir kente çünkü Tanrıların günü geçmiş demektir.
***
Yine Euripides'in oyunundan bir alıntı daha yapmak istiyorum. Savaş sonrasında Kassandra'nın annesine söylediklerinin özü, izlediğimiz filmlere yansımış mıydı dersiniz? "Bir tanrı var içimde, beni yönetiyor; çılgınlık değil bu. Troya'nın kaderine bile imrenecekler sonunda! Bir kadının peşine takılıp on bin insanı ölüme gönderenler! Bilge komutanları, en sevdiğini yitiren adam; zorla kaçırılmayan, kendi isteğiyle giden bir kadının yüzünden kardeşi Menelaos'a boyun eğen adam; evinin, çocuklarının mutluluğunu feda eden adam!" "Kıyılarımıza gelince Yunanlılar, ne uğruna öldüler? Saldırıdan korunmak için mi, kentlerini savunmak için mi? Hayır! Bir adam öldüğünde, karısı kucaklayamadı onu. Çocuklarının yüzünü bile göremeden öldü. Kemikleri yabancı bir toprakta yatıyor şimdi. Yurtlarında da aynı acılar var; karıları dul; babaları yetiştirdikleri oğulların yokluğunu yaşıyor, yapayalnız. Hiçbirinin ölümü, mezarlarına onur getirmedi. Bu başarı için kutlamak gerek onları! Daha da kötüsü olabilirdi. Sözlere dökmeyelim bu utancı; kelimeler yetersiz kalacak." "Troyalılar için durum başkaydı. Kendi yurtlarını savunurken öldü onlar. Savaş alanında can verenler, kendi yurttaşları tarafından taşındılar evlerine, sevdiklerinin elleriyle toprağa verildiler, kendilerini doğuran toprağa. Ölmeyenler ise akşamları karılarının, çocuklarının yanına döndüler. Yunanlılar yaşayamadılar bunu. Hektor'un ölümünde bile, anne, acının yanı sıra bir şey daha var. Kendinden bir kahraman yaratarak öldü. Yunanlılar gelmeseydi eğer, Hektor yaşayıp gitseydi burada, ne büyük bir kahraman olduğunu kimse bilemeyecekti." "Akıllıysa, savaştan kaçınır insan. Ama savaş kaçınılmazsa eğer, ölerek yurduna onur kazandırır; korkaklığıyla utanç verir. Bu yüzden, Troya için ağlama, anne."
|