|
|
Biz meğer operaya gitmişiz
Madem "şampiyonluğun düğümünü çözecek maç" oynanıyor, ben de bu hafta futboldan söz edeyim biraz. Çocukluğumda da gençliğimde de inanılmaz bir futbol seyircisiydim. Sözgelimi, oynanmayacağı önceden açıklanan bir Galatasaray-Altay Kupa Finali'ne bile gitmiş, sahaya sadece tur atmak için çıkan aslanları alkışlayıp mutluluk içinde eve dönmüştüm. O sıralarda televizyon ne gezer! Maç seyretmek istiyorsan maça gidecektin.
*** 1940'ların sonunda, 50'lerin başında hep biz bizeydik. Anelka'lar, Alex'ler, İliç'ler nerede! Takımlarımız tepeden tırnağa, daha doğrusu kaleciden solaçığa, hep yerli malıydı. Televizyon da yok. Milli maçlar dışında, ancak kırk yılda bir yabancı bir takımın yolu düşerdi Dolmabahçe'ye. Merakla onları seyretmeye koşar, yabancı futbolcuların ne menem yaratıklar olduğunu anlamaya çalışırdık. Benim seyrettiğim ilk Batılı takım, İngiliz liglerinden Charlton'du. 1950'lerin başlarında İstanbul'a gelmiş, Üç büyüklerle yaptığı maçların üçünü de kazanmıştı. Doğrusu pek içerlemiştim buna. Kalecilerini unutamıyorum. Dev gibi bir adamdı. Topu tek eliyle tutup kaldırıyor, kale atışını yapmak için altı pas çizgisinin köşesine koyuyordu. Kalecinin aut atışı yapması sadece benim değil, herkesin tuhafına gitmişti. Atışı, topun çıktığı yere göre ya sağ bek yapardı ya sol bek! Kalecinin aut atışı yapması da ne demek oluyordu? O hafta gazetelerde bu konuda yazılar bile yayımlandı. Spor yazarları, maç sırasında beklerin kaleciden daha çok yorulduklarını, atışı kalecinin yapmasının doğru olduğunu belirttiler. Böylece bekler daha dinç kalacaklardı! Yine Charlton maçlarında, ceza alanı içinde çift vuruş verildiğini de bir çok seyirciyle birlikte ben de ilk kez gördüm. Sanırım Beşiktaş maçında, Karakartalların ceza alanı içinde bir çift vuruş verdi hakem. Beşiktaşlı oyuncuları gereken uzaklığa, kale çizgisine kadar çekti. Atış golle sonuçlanınca da seyirciler ayağa kalktı. "Ne biçim iş bu?" diye bağırdık. "On sekiz içinde böyle saçma şey olur mu! Vereceksen penaltı ver. Bu da neyin nesi!" Charlton'dan sonra yine bir İngiliz takımını, Queens's Park Rangers'ı izlemeye koştuk. İlk göz ağrısı olduğundan mıdır nedir, Charlton'u daha çok beğenmiştik. Ama bir süre sonra Sunderland ikisini de bastırdı. Hele bir sol içleri vardı, seyrine doyamadık. Shackleton haftalarca konuşuldu, hafızalarımızdan silinmedi. Uzun süre, Gazhane'nin dumanları arasında kim güzel bir şut ya da fiyakalı bir çalım atsa, "Shackleton mübarek!" diye bağıracaktık.
*** "Maç seyretmek istiyorsan maça gidecektin" dedim yukarıda. İnönü Stadı'na girmek, fedakarlık gerektirirdi. Hele üç büyüklerin kendi aralarındaki maçlarda! Gazhane döneminde İnönü Stadına girebilmek büyük sorundu. Yeni Açık olarak adlandırdığımız tribün yoktu o zamanlarda. Onun yerinde, dumanlar saçan Gazhane vardı. Deniz tarafındaki ufacık açık tribüne ya da kapalı tribüne girebilmek için, özellikle büyük maçlarda, gün ağarmadan yola düşerdik. Yatılı okuldaydım o sıralarda. Arkadaşlarla, Anıl Meriçelli, Kerem Altan, Üner Turgay, Ferruh Çelik, Üstün Ergüder'le çalar saati kurar, karanlıkta Bebek'e inip tramvaya atlar, Dolmabahçe'ye varırdık. Kuyrukların sonunda yerimizi alır, gişelerin açılmasını beklerdik. Her keresinde de bir kavga çıkardı mutlaka. Kuyruğa sızmak isteyenler, arkadakilerin "Hooop! Hooop!" uyarılarına aldırmazlarsa yandık! Atlı polisler yetişirdi hemen. Kavgacılar ayrılacağına herkes dağıtılırdı. Hadi bakalım, yeni baştan oluşturulurdu kuyruklar. Açıkgözsen önlerde yer kapar, uyuşuğun tekiysen arkalarda kaderine razı olurdun.
*** Saat onda gişeler açılırdı. Beşiktaşlıysan kapalı tribünün sağında, Fenerliysen ortasında, Cimbomluysan solunda bir yer bulmaya çalışırdın. Bizde benden başka herkes Fenerli olduğu için ortalarda bir yer kapmaya bakardık. Oturdun mu, tamam! Sıra, beklemeye gelirdi. Bu "maraton"u kağıt oyunlarıyla, eski maçların tartışmalarıyla geçirirdik. Tabii "ilk golü kim atacak" konusunda kura çekimleri, beklemenin vazgeçilmez bir parçasıydı. Küçücük kağıtlara 7'den 11'e kadar beş sayı, yani sağaçıktan solaçığa kadar forma numaraları yazılırdı. Beş arkadaş birer lirayı bastırıp kura çekerdik. İlk golü atan futbolcunun numarasını kim çektiyse, beş lirayı cebe indirirdi. Önemli değildi beklemek. Ne olacak, şunun şurasında altı saat kalmış maça. Nasıl olsa geçer! O arada "tezahürat" da yapılırdı. Şimdiki gibi değil... "Sahaya ineriz"i filan bilmezdik. Bir amigo bağırmaya başlardı: "Bir baba hindiii..." Korodan yanıt gelirdi: "Heeeey Allah!" "Olaydı şimdi..." "Heeeey Allah!" "Pilav da zerde..." "Heeeey Allah!" "Fener de nerde?" "Heeeey Allah!" Önce Galatasaray mı sahaya çıktı. Hemen başlardık: "Feeener, pabucu yarım... Çık dışarıya oynayalım." Kendini bilmezin biri kazara küfür etmeye kalksa, herkes uzaydan gelmiş birine bakar gibi bakardı ona. Şaşkın taraftar hemen susturulurdu. Hakemin yönetimini beğenmeyen, "Gözüne gözlük!" diye bağırırdı. "Gözlük takarsan belki daha iyi görür, daha doğru karar verirsin" anlamına geliyordu bu. Futbolculara da sövülmezdi. Olsa olsa, yarı şaka, sözgelimi Galatasaraylı İsfendiyar'a "Kel! Kel!" diye bağırılırdı. İsfendiyar da kapalı tribünde Fenerlilerin oturduğu bölümün önüne gelir, bağını eğip "kel"ini göstererek onları selamlar, sarı-lacivertli taraftarlardan alkışını alırdı. Çok iyi hatırlıyorum, bir keresinde, Beşiktaş'ın sol beki Doktor Vedii (Tosuncuk) maç sırasında santra çizgisine kadar gidince, seyircilerden biri, "Nereye gidiyorsun? Yerine dönsene, ulan!" diye bağırmıştı. Öteki seyirciler, "Ulan denir mi? Ayıp!" diye bağıranın üstüne yürümüşlerdi. Sonra "devran değişiverdi". Gazhane yıkılıp da yerinde açık tribün yükselince, seyirciye de bir şey oldu. Türkiye değişiyordu, insanlar, insan ilişkileri, tepkiler değişiyordu. Seyirci mi değişmeyecekti! Artık en hafif küfür, Baba Gündüz'ün deyişiyle "İlme hakem!"di. "Ulan!" diye bağıran seyircinin üstüne yürüyenler yoktu artık. Bağırmayanlar tribünde barınamıyordu. Fenerbahçe'nin bir kış gecesi Ajax'la yaptığı maçta bir seyirci Hollanda takımının korner atmaya gelen solaçığına gazoz şişesi fırlatacak, polis de şişeyi fırlatanı değil, onu ayıplayan bir başka seyirciyi yakapaça götürmeye kalkacaktı! Şimdiki maçlara, taraftarlara bakıyorum da, "Biz gençliğimizde meğer maça değil, opera galasına gidermişiz," diyorum.
|