Ceviz ağacı...
Evet, doğrusu budur: "Ben bir ceviz ağacıyım Gülhane Parkı'nda..." Ben de bu şiiri buraya yeniden yazmaya ve "şair" den özür dilemeye mecbur olan biriyim, okuyucu da bunun farkında. Önceki gün, bu köşede yer alan yazının ana teması "çınar ağacı" olunca ve hayata dair kimi felsefeleri çınar ağacının yamacından bakarak yargılamaya kalkınca... Fikri de "firar" ediveriyor işte insanın. Çınara dönüşüveriyor her şey aklında. Nazım'dan ilk ezber yaptığımız şiir, kırk yıldır terennüm ettiğimiz dizeler, Cem Karaca'nın ezgileriyle söylediğimiz "o" şarkı; "Ceviz Ağacı" da, kalkıp Gülhane Parkı'nda çınar ağacı oluveriyor bir zihin kaçkınlığında... Cezası şudur: Yazıyı yazan "çınar ağacı" gibi yerinde duramaz artık. Kalkar Gülhane Parkı'na gider. O "ceviz ağacı" nı bulmaya çalışır ağaçlar arasında... Ki yaşıyordur mutlaka. Şimdi bahardır zaten ve cevizler yeşerip ele gelmektedir filizlerinden. Ve zaten... Herkes "farkındadır" ki Gülhane Parkı'nda. Şair yarım asırdır orada yaşamaktadır.
"Şair"in bir de "çınar"ı yok mudur peki hasret şiirlerinde? Olmaz mı? Memleket hasretini "ceviz" le mi döktüğü sanılır yalnızca ak kağıda? Ya ölümden sonrası? Ya ölümden sonra "memlekete kavuşma" nın mısralara dökülmüş acısı? "Anadolu'da, Bir köy mezarlığına gömün beni... Ve de uyarına gelirse Tepemde de bir çınar olursa... Taş maş da istemez hani..." Tek istediği... Bir çınar gölgesi yalnızca...
Cevizi "çınar" yapan, bu hasret acısından aklımıza takılandı, belki de... Hele de son günlerde... Keşke tek "yanlışlık" bizimkisi olsa şaire yapılan. "Dil" iki anlama gelir şiirlerin, şarkıların ruhunda, bilirsiniz: İlki en yaygın şeklidir ve diyelim ki, bizimki bu anlamda işlenmiş bir "dil sürçmesi" dir. Lakin... İkinci anlamı "gönül" dür ki... Memlekete hasret gitmiş şairin vasiyetine sırt çevirmek; galiba asıl "dil sürçmesi" dir. "Gönül sürçmesi" dir yani... Onu nasıl ödeyeceğiz şimdi? Kırık satırları onarmak kolaydır neticede... Kırık gönüllere ne yapacağız peki?
Çınarlara dair bir şeyler söylemeye çalışırken, "vesile" oldu işte, andık şairi de... Yeri gelmişken şunu da söyleyelim o zaman: Son günlerde futbol dünyasının; küfürlü, şiddetli, döner bıçaklı "âlem" inden "aydınlık bir çığlık" gibi duyuldu o dizeler: "Çocuklar inanın, inanın çocuklar... Güzel günler göreceğiz; güneşli günler!" Daha da şaşırtıcı olanı; iki rakip takımın, Beşiktaş'ın ve Fenerbahçe'nin taraftarları paylaşamadılar Nazım'ın "gelecek, güzel günler" e dair ümidi haykıran o sözlerini... Başarı yolculuklarının şarkısına çevirdiler. Paylaşamasınlar, ne güzel! Bir o söylesin; bir beriki... Bu gece de öyle olacak, besbelli! Ne güzel! Hatta, yeri gelince -ki gelecektir-; bizimkiler de benimsesinler bu inanç türküsünü. Bütün tribünlerin başarı yolculuklarının sesi olsun; ne olur ki! İçine, kırıcı, küfürlü başka sözcükler filan da eklenmesin ama... Saygıda kusur edilmesin "yazan" ın duygularına! İlk "o" keşfetmiş; hayır asıl "öteki" milyonlara mal etmiş. Ne fark eder! En çok da hep bir ağızdan söylensin "sınır ötesi" seferlerinde! Bütün içtenliğimizle bu inanç şarkısını tribünlere taşıyanları ve taşıyacak olanları kutlayalım, ama... Ama... Şunu da söyleyelim: Şimdi her "vurduğu yerden ses getiren" kulüplerimizin ve taraftarlarımızın da bir "gönül borcu" olmasın mı; ümid şarkısıyla onları coşturan şaire? Hani şu vasiyet? Şu çınar ağacı? Hani şu kırk yıllık "gönül sürçmesi!" Başka ne diyelim?
|